Bu Blogda Ara

28 Nisan 2015 Salı

Bazı şeyler üzerine

Bugün, ilk defa kendime 'okunacak kitaplar' listesi yaptım. Tam 14 kitap sıraladım. Ne zaman bulurum, alırım, okurum bilmiyorum.
Fakat şunu biliyorum: Memlekette kitaplar dahi pahalı. Öğrenciliğim bitmiş olmasına rağmen, özel sektörde tam zamanlı it gibi çalışmama rağmen, seyahatten başka bir şeye para harcamamama rağmen (bu konuya birazdan değineceğim), sadece kendimi geçindirmekten sorumlu olmama rağmen pahalı.
Gerçi, dünya rekortmeni arabasını, elektroniğini, petrolünü geçtim, geçenlerde dikkatimi çekti, sinema biletinde dahi ''EĞLENCE VERGİSİ'' adı altında vergi veriyoruz; bu yüzden bu pahalılık aslında normalmiş gibi geliyor (Asıl sorun da zaten bu: Halkın kendisini zenginleşiyor, ekonomi iyiye gidiyor ZANNETMESİ). İyi, ama bu vergiler, har(a)çlar nereye gidiyor? Yurtdışına her çıkışta ''yurtdışı çıkış harç pulu'' adı altında 15 TL veriyoruz (yıllık ya da aylık bir para da değil bu. Her çıkışta vermek zorundasın. İstersen 20 kere çık. Polis salmıyor sonra). Pasaportlara verdiğimiz harçlar yetmezmiş gibi bir de bu komik şey var en basitinden. Alırken memura soruyorum, çıkarken polise soruyorum, size soruyorum, kendime soruyorum, bu ne diyorum, hiçkimsenin bir fikri yok. Çünkü mantıklı hiçbir açıklaması yok. Günde binlerce vatandaş çıkıyor yurtdışına. İyi rant. Ama ne oluyor bu para (Tamamen bu konuyla ilgili inanılmaz çarpıcı bir örnek vereceğim. Videodan ziyade ilk yoruma bakın: THY ve yolcularını krize sokan meteoroloji çalışanlarının itirafı ve haklı eylemleri )? İnsan sormadan edemiyor. Gözlemlediğim kadarıyla alınterimizden kesilen bu lanet paralar zengin sınıfın cebine, yol, havaalanı, köprü ve bina yapmaya, trilyonluk makam araçları almaya gidiyor.
Eğitime, araştırrmaya gitse gam yemeyeceğim.


Eğitim ve araştırma demişken, aklıma Ağrı İbrahim Çeçen İlköğretim Okulu'ndaki sınıf öğretmenimiz geldi. İlkokul 1, 2 ve 3. sınıflar olmasına rağmen hocamın adı ve anıları dün gibi aklımda. İnci Karadüz. Tarih aralığı 1997-2000 arası... Kış sabahlarında -20 -30 derecelerde otobüs
bekledikten sonra 60 kişilik sınıflara doluşur 3er 3er otururduk sıralarda. Çok sert bir kadındı. Okumayı sökemeyeceğim diye aklım çıkardı. Çünkü okumayı sökemeyen -ya da geç söken-
küçücük çocukların ellerinde tahta cetvelini kırmaktan çekinmez, sınıfın önünde arkadaşlarının kafasını tahtada dümdüz etme hakkını kendisinde görürdü. Önce kulağı kaşar gibi sündürür sonra tokat atardı, elma ağacındaki elmanızdan daha kırmızı olurdu suratınız (Sinire, tahammülsüzlüğe bakar mısınız? Eğitim sistemimiz ve eğitmenlerimiz o zaman da bomboktu şimdi de bombok. Sadece şanslı hocalara düşen, ya da şanslı bir şekilde mantıklı anne babası olan ya da kendini geliştirebilme azmi olan insanların dışında gerisi sinir hastası ve sapık oluyor güzelim memlekette sonra).
Ben de ilk dayağımı 3. sınıftayken yemiştim O'ndan. Ağrı'daki lojmandan sınıf arkadaşım ve şans eseri daha sonra Kıbrıs'tan da arkadaşım (çocukluğumun en uzun arkadaşlığı) İsmet'le öyle bitirimdik ki öyle belaydık ki çocuk aklımızla bir arkadaşı fena hırpalamıştık. Sonra kulağına gitmiş. Sınıftan
çıkardı ikimizi. Gözlüğünü çýkar, dedi. Şrank şranks! Yanaklar sımsıcak...
Fakat yiğidi öldür hakkını ver: Bize öyle bir Türkçe öğretti ki daha 2. sınıftayken hâlâ koskoca insanların ayırmayı beceremediği de/-ki ekinin ne zaman bitişik ne zaman ayrı yazılacağını dahi bilirdik. Hoca Türkçe çıkışlıydı sanırım. Nasıl bir etkisi olduysa -bu da ilk hocaların çocuklar üzerindeki etkisi olarak araştırılabilir- Türkçe ve dil derslerim diğer derslerimin 3 katı 5 katı daha
iyi oldu daha sonraki okullarımda. Sonra lisede de üniversitede de dilci olduk
gittik zaten...


Hocalar demişken, lisenin en sıkıntılı olduğu yıl olan Lise
1'de (9. sınıf - 9K) Bolu İzzet Baysal Anadolu Lisesi'nde karşımıza o
kadar şahane bir hoca çıktı ki çok şanslıydık. Zaten sevdiğim İngilizce ve
kültür olaylarına yeni ufuklar açmamı sağlamıştı Uğur Hoca. Belki de bilerek kaybedeceği iddialara girer sonra tüm sınıfa Probis ısmarlardı. Bu memleketin
ihtiyaç duyduğu hem eğitimsel, hem kültürel ve sanatsal olarak donanımlı hocaların başında
gelir kendisi bence. Sanat, doğa ve hayvan sevgisi, mizah anlayışı ve hepsini
uygulayış şekli bize gelişme dönemimizde çok şey kattı. Yıllarca İngilizce'mizi
eğlenceli bir şekilde geliştirdi. Ne şanslıydık ki haftada 10 ders alıyorduk
kendisinden. Anadolu liselerinin Anadolu lisesi olduğu zamanlardı... (Öyle bir
dedim ki sanki -değeri bilinmeyen- Köy Enstitüleri'nden ya da 20 yıl öncesinde bahsediyorum, hâlbuki 7-8 yýl önceymiş -aslında yine çok olmuş da çaktýrmayalım-:)
Hâlâ aynı okulda öğretmenlik yaptığını biliyorum. İzmir&'de birgün beraber dalabilmek umuduyla, selamlar olsun hocam.


Uğur Hoca'dan bahsederken Yalova'da hayatını kaybeden
hoca da geldi aklıma (hep hocalardan gitmeyeceğim elbette ama hayatını kaybeden
hoca hakkında okuduklarım kadarıyla donanımsal zenginliği çağrıştırdığı için
değinmeden geçemeyeceðim; ayrıca okura not: 1-2 eğitmene daha değineceğim).
YAHU BU MEMLEKETTE VALİ OLMANIN ŞARTLARI NELER? Çok mu basit olunuyor? Sınavı yok mu? Sınavı varsa çok mu kolay? Gerçi sınav olsa kaç yazar güzelim
memlekette. Sınavdan önce sorular, cevaplar havada uçuşmuş, uçuştu, uçuşuyor,
uçuşur.
Valileri kim denetler? Valinin haddine midir öğrencileri önünde hocayı kılığı kıyafeti yüzünden azarlamak? Valinin haddine midir hâlâ o koltukta oturup ölünün arkasından saygısızca açıklamalar yapıp kendini aklamaya çalışmak?
Geçenlerde biraz daha eski olan bir olayın videosuna denk geldim. Çorum ''Vali''si, konferans gibi bir şeyde konuşmaya gelen memuru kürsüye geçtiği
sırada daha konuşmasını yapmadan, kalabalığın gözü önünde azarlayarak  kürsüden
kovuyor. Bahanesi de top sakal ve kot pantolon. Memur diyor ki, biz hep arazide
çalışıyoruz; biraz daha rahatız; kusura bakmayın. Vali de utanmadan diyor ki ''Olmaz,
yakışmaz, Türk halkına saygısızlık'' YAHU LAFA BAKAR MISINIZ?
Düşünce şekline bakar mısınız? Bu adam vali olsa ne olur olmasa ne olur?
Aslında kısacık videosunu eklesem hemen ne kadar saygısız, dümdüz mantık, saçma sapan bir durum olduğunu anlayıp sinirden delireceksiniz ama şirket bilgisayarı açmıyor siteyi (Edit: Evden ekliyorum. Buyurun aşağıda).




Bu coğrafyanın ihtiyacı böyle patavatsız, düşüncesiz,
saygısız, içi bomboş valiler değil, Samsun'daki liseden (bir zamanların MPAL'i)
arkadaşım Mehmet gibi yeni hocalardır. Memleketteki spor kültürü taraftar
bazında olsun yönetici bazında olsun dünyanın en seviyesizlerinden biri olsa da
kardeşim Van'ın Saray ilçesindeki bir köyde pırıl pırıl gencecik çocuklara sadece
ikinci bir dil öğretmiyor, aynı zamanda Samsunspor sevgisiyle güzel değerler
katmanın yanı sıra belki de hayatlarında hiç görmedikleri maket uçaklarla
tanıştırma çabasında bulunuyor. Bravo hocam; devamını bekliyoruz. Ancak senin
gibi hocalar, eğitim sistemini değiştire değiştire, yıllardır oluruna bıraka
bıraka içi bomboş bir neslin yetişmesine sebep olan ''yöneticilerin'' yaptığı yanlıştan dönmekte başarılı olabilir.
Burada kendisinin bugün twitter'da (@sosubololsun. Canım Samsun dürümü çekti Memedim) paylaştığı küçük bir resimde yazanları, metnin
başındaki hayat pahalılığıyla ilgili çok somut bir örnek olduğundan dolayı aktarmadan
geçemeyeceðim: ''Bir yıl önce bugün 15.04.2014'de Dolar 1.650 TL. Bugün 2.678 TL... Geçen yıl bu günlerdeki maaşınız ile şimdiki maaşınızı ortaya koyun ve Dolar karşısında maaşınızın ne hâle geldiğini hesaplayın.
Beğenmezseniz benzin, mazot, gaz fiyatları karşısında kıyaslayın. Hatta patates
şuanda 5 Lira, maaşınızı geçen yıla oranla bir de öyle hesaplayýn.
KRİZ Mİ DEDİNİZ? Yok öyle bir şey; 'tövbe' diyin.''


Eğitim camiasından madem devam ediyoruz, son durağımız Mr. Davis. Sene 2009. Thomas Jefferson High School. Rockford, IL, ABD. Tarih dersi öğretmeniydi kendisi. Hergün 5. ders gelse de o derse girsek diye beklerdik. Ders 50 dakika falandı ve 50 dakikayı da inanılmaz verimli bir şekilde o kadar
güzel işlerdi, o kadar güzel anlatırdı ki ders ne ara bitmiş anlayamazdık. O
kadar enerjik ve kültürlüydü ki... Tüm sınıfın dikkatini muazzam şekilde
toplayabilen, sınıftaki en alâkasız kişileri dahi derse dahil eden inanılmaz
aktif bir adamdı. Siyahiydi, karizmatikti ve inanılmaz saygılıydı. Yaptığı işin
hakkını sonuna kadar veriyordu. Sonra, yılın sonuna doğru başka bir (şanslı) okula
müdür olarak atandı zaten; bizim okula çok fazlaydı. Tüm okulun çehresini değiştirip geliştireceğinden şüphem yok. Gittikten sonra bile haftada bir sınıfa video mesaj yollar,
halimizi hatrımızı sorar ve aklımıza takılan konu olup olmadığını merak ederdi.
Yabancı olduğumu bildiği için, Mr. Cetin (sitin), demişti, ilk dersten sonra; haftaya Amerika'nın
50 eyaletinin adlarını ve haritadaki yerlerini boş haritada yazacağınız bir
sınav yapacağım; iyi çalış; demişti. Rahmetli 'host dad'im Randy'nin bayağı yardımcı olmasına rağmen o sınavda sıçtıktan sonra bir ara uğrayıp
''kusura bakmayın, 1 haftada benden bu kadar'' demek için bir dersten sonra sınıfına
uğradığımda ıslık çalıp dans ederek sınıfı temizlediğini gördüm. Şarkıyı
biliyordum, Men at Work - Down Under, dedim. Şok oldu, çünkü o zamanlar doğru
düzgün İngilizce dahi konuşamıyordum fakat o eski şarkıyı bilmemden o kadar
etkilenmiş olacak ki (ya da iyi niyetinden, hâlden anlamasından) sınavı boşver
karşiiim, dedi.



*****



İş hayatı/dünyası üzerine yazmak istiyordum bayağıdır.
Sonuçta okul biter bitmez özel sektörde, tam zamanlı, ciddi bir işe gireli 2
ayı geçiyor. 2 ayda neyin gözlemi bu lan deyişik, diyecekler olabilir. Fakat
belirtmekte fayda var yıllardır AVM'de, üniversitede, kebapçıda,
çiftlikte, serbest çevirmenlikte ve yazları babamla inşaatlarda işçi olarak
çalıştığım için az çok farklı iş dallarının iş şartlarını biliyorum. Kaldı ki memleketteki
fabrikalarda/madenlerde zor şartlar altında çalışan işçilerin hâlinden de
düzenli olarak haberim var; merak etmeyin.


Günümüzde iş dünyası, yüzyıllardır süregeldiği gibi, fakat
şuan daha da acımasız olan kapitalist sistemin pençesi altında tamamen sömürü
düzenine dayalı (Hatta Katalan arkadaşım Ferran'ın demesiyle: Yüzyıllar önceki kölelik sistemi devam ediyor. Dünyanın %1'lik zengin kısmına kölelik ediyoruz fakat bu sefer birkaç hakkımız var işte o kadar). Yani en basit tabirle az para, çok iş mantığına dayalı. Milletin
sınıf bilinçsiz bir şekilde birbirinin arkasından konuşma, birbirinin ayağını
kaydırma düzenine dayalı. Bu herkesin bildiği bir gerçek tabii ki. Ben daha çok -özellikle ofiste- çalışmanın ne kadar rutin ve insanın kendisine, hayatına vakit bırakmadığına
değinmek istiyorum. Haftada 6 gün çalışıyorsanız ve yorucu olduğundan dolayı da
o 1 gün bir şeyler yapmayı canınız istemiyorsa, yani sistemin yeni kurbanı sizseniz;
hoşgeldiniz. Hele de 24 saat açık olan (hatta bazen 24 saat durmadan
çalıştığınız), vardiyanın döndüğü bir yerse, yani geceniz gündüzünüz yoksa geçmiş
olsun :) Gerçi ne kadar ağır işte çalışmışsam hiç etkilemiyor artık. Hem ekmek
aslanýn a... Şaka bir yana, bu da bir tecrübe işte diyip kendimizi geliştirecek
şeyleri kapmaya çalışacağız. Neyse ki uluslararası bir şirket olması ve
arkaplaný farklı ve renkli çalışanlardan oluşması nedeniyle ileride güzel
dostlukların kapısını aralayabilir burası.


Fakat her ne kadar yapmayacak olsam da bir insanın 20-30 yıl
bu tip bir işi yaptığını/yapmak zorunda olduğunu düþünmek beni bitiriyor. O
insanın ne yaşama sevinci kalır, ne ruhu, ne kendini geliştirme fırsatı, ne
gezmeye vakti... Ne kadar acı.
Okulu o kadar özlüyorum ki... Keşke bitirmeseydim.
Vermeseydim o son Rusçayı... Şaka bir yana, diyemeyeceðim; çünkü bazen ciddi
ciddi iç geçiriyorum bu şekilde. Neyse, belki yüksek lisans falan kasarım sonra
yalandan. Tamam, işin tabii ki ekonomik yönü de var, ki belli bir yaştan ve
çağdan sonra iş ve gelecek planları tamamen bu lanet ekonomi olgusuna kayıyor.
Tamam, çalışıyorum; kazanıyorum; ama gidiyor. İnsan gerçekten kazandığı kadar
harcıyor, hatta öyle bir dönemdeyiz ki çoğu insan kazandığından fazla harcıyor
ve sermaye kazanıyor, legal hırsızlar olan bankalar kazanıyor. Lanet bankalar!


Para ve harcama konusuna gelmişken, yazının başında
bahsedeceğim dediğim seyahat konusuna değineyim kısaca. Öğrenciliğim ailemin
desteğine ve o kadar çalışmama rağmen finansal olarak sıkıntılı geçmişse
birinci sorumlusu bize dünyanın kazığını atan kendini çok iyi bilen yüzsüz ''akrabalar''dır.
İkinci sorumlusu ise havayolu şirketleridir. Bu ikisini birleştirip her
yurtdışına çıktığımda kuduran ''akrabalar'' artık
rahatlayabilir. Çünkü artık çatır çatır kazanıp gidiyorum...
Aslında hâlâ hiç de öyle olmuyor. Çünkü bu havayolu şirketleri ve dünyayı görme & öğrenme
sevdamdan dolayı elde avuçta bir þey kalmıyor. Pişman da değilim. Fakat imrenen
arkadaşlara şunu söylemek isterim. Evet, siz de yapabilirsiniz fakat giydiğiniz
ayakkabı/kıyafet yıllarca değişmez, eve dönünce dışarı (içmeye vs.) çok
çıkamazsınız, bisiklet/motor gibi almak istediğiniz şeyleri ertelemek zorunda
kalırsınız (sonuçta 900 Lira veriyorsun, 300 Euro alıyorsun) AMA HEPSİNE DEĞER.
Tamam, havayolları şirketlerinin, havaalanlarının,
uçakların, kabin ekiplerinin vs. kurdu olduk ama gerçekten pahalı. Yok ki
RyanAir'imiz dolmuş gibi binelim gidelim. Ben neden 1200lerde doğmadım...
Marco Polo'ya ''avcunu yala lan Kâmil'' derdim. Evliya Çelebi'nin yoldaşı olurdum...

Bu arada, Istanbul'da 2. el motosikletin ciyerinden anlayabilecek bir okuyucu ya da tanıdığı olan varsa bana nasıl ulaşacağınızı biliyorsunuz kekeler :)


Film: Water Diviner. Son zamanlarda izlediğim en başarılı filmlerden biri. Russell Crowe bir başyapıt yaratmış. Filmin Yeni Zelandalı yönetmeni ve Avustralyalı oyuncusu olarak cesurca özeleştirin kitabını yazmış, o zamanlar memleketi işgal edenleri itin götüne sokmuş. Günümüzde nadir görülen hareketler bunlar.
Avustralyalı ve Yeni Zelandalılar için Gelibolu'nun çok önemli olduğunu biliyordum ve bu
konuda Batı taraflısı filme çok rastlamıştık. Fakat dediğim gibi, Crowe olayı diğer tarafta
olmasına rağmen bizim tarafımızdan ele almış daha çok (Bkz: ''İnsan
gerçekten hayret ediyor'';). Burada Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan'ın
payının büyük olduğunu ve hakkını teslim etmek gerektiğini düşünüyor ve tebrik ediyorum. Oyunculukları şahane. Mutlaka (orijinal dilinde) izlemenizi tavsiye ediyorum (bizimkiler zaten daha çok Türkçe konuşuyor).
Ayrıca filmi son 3 günde 2 defa izleyen bir filmsever olarak Türkiye'de nasıl yankı uyandırmadı onu da çok merak ediyorum. Değişik hareket...


*****



Bakkal Karabet'in ışıkları yanmış
Affetmedi bu Ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini
Fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin
Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına
Nazım Hikmet (1951)


Konuyu, araya kendinize sormanızı ve üstüne düşünmenizi istediğim birkaç soruyu da
sıkıştırarak tekrar biraz ciddileştireceğim: Ne zamandan beri 18 Mart Şehitleri Anma Günü, 24-25 Nisan'da Ermeni Soykırımı'nın yıldönümünde anılıyor/kutlanıyor? Ne zamandan beri devletin başı bu zamanlamayla beraber seçim propogandası gibi bir reklam çekiyor bu konuyla ilgili? Bu toprakların, özünde merhametli halkı neden 1915 döneminindeki hükümetin yaptığıyla yüzleşmekten kaçınıyor,
korkuyor veya dile getirenlere düşman/vatanhaini gözüyle bakıyor? Neden ölü sayısı yarıştırıyor? Bilimsel veriler/araştırmalar gerçekten bir şey ifade etmiyor mu? Yoksa sadece tek taraflı mı okuma
yapıyorsunuz? Neden çoğunluk okumadan, araştırrmadan kulaktan dolma yıllardır
dayatılan içi boş bilgileri sayıklayıp duruyor? Ne oldu buralarda ortaya çıkmış olan ''yiğidi
öldür hakkını ver'' deyimine? Yiğidi öldür hakkını da verme olarak mı değişti(rildi)?


Gelelim seçimlere. Memleketin özellikle dış politikası ve
komşuları barut fıçısı gibiyken, ekonomi tir tir titriyorken, Nisan'da bu kadar olay olmuşken, Mayıs'ta neler olacağını tahmin edebiliyor musunuz? 1 Mayıs'taki polis zulmünü tahmin edebilmek için medyum olmaya gerek yok
Peki ya sonrası? Durun ve izleyin; fakat ana akım medyaya şüpheyle yaklaşarak,
her okuduðunuza olduğu gibi inanmayarak iyi analiz edin.
Bu arada, HDP'ye oy vereceklere PKKlı gözüyle bakmaktan ne zaman vazgeçilecek? Barajı geçtiğinde dengeleri değiştirecek olmasına rağmen...
(Ayrıca, Istanbul'daki arkadaşları, 1 Mayıs'ta işçi havzası Tuzla'ya beklerim).


Dünyaya geleli 23.5 yıl olmuş; görecek o kadar çok yer,
tanışıp kucaklaşacak o kadar çok kültür, öğrenilecek o kadar çok şey var ki...
Ve öyle bir yaştayız ki, akranlarımın da çok iyi bildiği üzere, hayata dair kararlar verme
aşamasındayız. Kendimizi tanıma, bulma ve yolumuzu çizme zamanı. Kimin için kaç
yıl daha gerekli o da belli değil. Herkes için farklı bir dönem. Gelecek
kararları alma ya da almama çağı. İstemediğin bir işte ve yerde ruhunu bitire
bitire yıllarca köle gibi çalışacağın bir hayat, ya da risk alarak istediğin
(bildiğin bir şey ya da hâlâ aramakta olduğun bir şey uğruna) yola doğru
gitmek... Hepinize bol şans diliyorum.


Paragraf paragraf, daldan dala atlaya atlaya değindiğim
konuları ayrı ayrı kendi içlerinde daha derin ve uzun uzun yazmak isterdim
fakat inanın çalışmaktan, okumaktan, düşünmekten ya da izlemekten vaktim olmuyor.
Şu an 24 saatlik vardiyamın sonlarına doğru Pazar'ı Pazartesi'ye bağlayan saat diliminin verdiği boşlukla yazıyorum bunları; çok birikmişti.
Metnin başında bahsettiğim kitaplardan en azından birkaçını
okuduktan sonra tekrar yazarım buralara bir şeyler diye düşünüyorum çünkü o
kitapların üslubumda bir şeyler değiştireceğini seziyorum; hem canınızı yine
sıkma şansım olur hem de karşılaştırma fırsatımız olur qeqeler.


Sevgiyle kalın.
Serhat

27.04.2015
05:07 - Kurtköy

23 Şubat 2015 Pazartesi

Bisiklet özgürlüktür

Merhaba arkadaşlar,

İçinde dağın, bayırın, kedinin, (biri saldırsa da) köpeğin, ineklerin, tavuğun, gölün, sahilin, kısacası doğanın olduğu 6 dakikalık küçük bir bisiklet videosu yaptım. Umarım doğayla olan bağınızı artırır.



İçinizde çıkıp bisiklet sürme isteği uyandırdıysa ne mutlu bana.

Diğer videolar için bakınız: Vimeo veya Youtube 

Bu arada, yakında, vakit buldukça, Avustralya fotoğrafları ve videolarını da eklemeye çalışacağım (Bkz: İnş cnm yha).

Hoop ordayım.

29 Ocak 2015 Perşembe

Bu Böyle Bilinsin

Karar verildi...

Tarihe not düşülmesi için yazıyorum. 

Ben, Serhat Can Çetin, şuanda Istanbul'daysam ve iş arıyorsam, içinde bulunduğumuz bu iğrenç düzen yüzünden en verimli olabileceğim çağımda bir işe girip bir süre para biriktirmem gerekiyorsa; bunların hepsi ne kariyer, ne ev, ne araba, ne de yatırım içindir. 

Bu eziyetin hepsi tüm dünyayı bisikletle veya motorla veya her ikisiyle kafama göre gezip görmek, keşfetmek istediğim içindir.

Benim özgürlüğüm, heyecanım ve sevincim doğadadır, yollardadır. 

Bitmek bilmeyen yollarda, sonu gözükmeyen dağlarda.

Serhat

18 Aralık 2014 Perşembe

Avustralya 'Survivor' Macerası 2 (ve son)

Öncelikle, bu satırların İtalya'dan yazıldığını belirtmekte fayda var. Ne, ne zaman, nasıl sorularının yanıtlarından önce yazının birinci kısmına eklemeyi unuttuğum bölümlere en başta burada hemen kısaca değinip kaldığımız yerden devam edeceğim.


  • Trafik
Trafiğin soldan akmasından dolayı ilk günler karşıdan karşıya geçerken ezilme tehlikesi atlatma riskiniz çok yüksek. Ayrıca insan bir yerden sonra ters/yanlış yöne bakmaktan gerçekten sıkılıyor. Ne de olsa ömür boyunca hep önce sola sonra sağa bakmadık mı... Bir de yanlış yöne bakınca sürücüyü zor durumda bırakıyorsunuz. Adamla/Kadınla bir göz göze geleyim de bi özür diliyim falan derken yine yanlış koltuğa bakınca çıldırasınız geliyor!

Ayrıca, yaya geçitlerindeki aletlerin sesi gerçekten çok ilginç. Bence, videoda çok belli olmasa da, insanın kulakları yanından geçerken bayram ediyor. 



  • Sinema
Ülkenin Türkiye'den zaten 8 saat ileri olması yetmezmiş gibi bir de filmi gece yarısını 1 dakika geçe koyup ilk gösterim mantığının iyice bokunu çıkarıyorlar. Şöyle ki: Film Cuma günü gösterime girecek diyelim. Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan gece 00:01'e gösterim koyuyorlar. Biz de, Avustralya'da kaç kez sinemaya gidicez olm, diyip vasatın da altında bir filme gitme hatasında bulunduk. Hadi film kötü, neyse. Ortam da paso liseli kaynıyor. Ortalık ana baba günü. 45 dakika kadar ayakta sırada bekledik. Ayrıca film gece 2-3 gibi bittiği için uyku da bastırıyor. Yani pek akıl kârı bir olay değil anlayacağınız. Ertesi gün, gün içerisinde bomboş olduğundan eminim.

--------------------------------

Aklımda aslında bir iki şey daha vardı ama bundan sonrası için o kadar çok şey var ki sırada, onları unutmamak için kaldığımız yerden, çiftlik macerasından devam ediyorum:

  • Çiftlik (devam ve son)
İlk yazıyı yazdıktan tam 4 gün sonra, çiftlikteki 14. günümüz olan 7 Aralık Pazar günü sabahki rutin işleri bitirmiş kahvaltımızı ediyorduk. Saat 10 gibi 47 yaşındaki Ashley itoğlu, hadi bakalım bugün de yeni bir şeyler yaptıralım size, dedi. Sonra 20 dönümlük bir arazide, kavurucu güneşin altında bizi elimizde kovalarla bırakıp, saat 12:30'a kadar taş toplayacaksınız, dedi. Neymiş efendim, saman yapılırken biçer döverin bıçaklarına çok zarar veriyormuş bu taşlar. Elisa da ben de şok olmuş bir şekilde kendimizi, köleliği, hayatı sorgulaya sorgulaya öğlene kadar yaptık bu işi. Bırakın yere kadar eğilip kalkmayı, o güneşin altında sadece oturmak bile bir eziyet. Öğle yemeğinde eve geçtik. Beynimiz akmış, götümüz çıkmış, zor nefes alıyoruz. Saat 1'de, hadi tekrar işinizin başına, dedi yavşak piç. Bu sefer 4'e kadar yapacakmışız. Ben bu lavuğu kendisinin makineyle yapması gerektiği bu işi bize yaptırıyor zannedip, o gün pazarda tavuk, ördek vs. asıl patron orospu Beck'i ev telefonundan aradım teyit ettirmek için. Sanki daha önceden bu işi bize söylemişler, kölelik sisteminin hâlâ devam ettiğinden haberimiz varmış gibi, evet, ben söyledim, isterseniz yapmayın; beni bunun için mi aradın, dedi. Tamam, dedim kapattım. 
Araziye geri döndük ve oradaki tek büyük ağacın altındaki dallara oturup işi yapmama ve ertesi gün ayrılma kararı aldık Elisa'yla. Derken, saat 3 gibi Ashley geldi. Napıyorsunuz olm siz, o üstünde oturduğunuz dallar var ya, dedi; sana girsin, diycek sandım. Yağmurda fırtınada kırılıyor, güneşin altında da kavrulup çatlayıp yere düşüyor, dedi. Ben de bu koca koca dalları niye kesip atıp bırakmışlar ki bu kodumun salakları diyordum kendi kendime... Tamam, hadi eve gelin, dedi.

Gittik. Eşyalarınızı toplayıp gidebilirsiniz, dedi. EŞYALARINIZI TOPLAYIP GİDEBİLİRSİNİZ... Olayın şoku ve taş toplama rezaletinin verdiği öfkeyle beraber, iyi lan, dedim. Ertesi gün paşa paşa gidicektik zaten. Ama orospu çocuğu mutfaktan poşet alıp çamaşır makinesinde yıkanan ıslak çamaşırlarımızı göstererek çabuk olmamızı söyledi. Dur bir kurusaydı falan derken tren saatlerine baktım hemen. Bir sonraki tren ertesi gün, Pazartesi sabah 6'daydı. Biz daha Pazar öğlen 3'teydik. Tren yok mren yok falan dedik ama hiç oralı olmadı orospu çocuğu. Barcelona ve Paris havaalanlarında sabahlama tecrübemiz var diye, iyi lan götür bizi istasyona orada uyuruz, dedik. Aynı havayı solumaya tahammül dahi edemiyorduk artık. Çünkü 2 hafta boyunca en ufak bir tatsızlık yaşanmamıştı, denilen her şeyi yapmıştık. En ufak bir uyarı dahi almamıştık. İşimizi tam ve zamanında yapıyorduk. Birden, hiçbir sebep gösterilmeksizin bu şekilde kovulmak kanımıza dokunmuştu. Hem de biz bavulları toplarken Beck orospusu eve gelmiş ama kendisini odasına kapatmış, yüzümüzü dahi görmek istemiyordu. Kendisinde konuşma cesareti bulamadı galiba kaltak. Paramızı Ashley pezevengiyle göndermişti, ki bu para Avustralya standartlarında, hem de haftanın her günü yaptığımız işe karşılık hiçbir şeydi. O anki çaresizlik durumu, ertesi gün nerede kalacağız durumu olmasaydı o parayı Ashley lavuğunun suratına vuracaktım ama birazdan da anlayacağınız üzere iyi ki de vurmamışım.
Bu Ashley piç kurusu 47 yaşında, ailesi, eşi dostu olmayan, haftanın her günü sabahın köründe çiftliğe gelip, akşam yemeği bittikten sonra uyuya kalana kadar yemek masasında oturan, hayatı olmayan, Beck'in adeta köpekliğini yapan bir yavşak kendisi.
Bu da 96 model Toyota Land Cruiser'ının içinin fotoğrafı:

Islak kıyafetlerimizi poşetlere koyarken şöyle bir keyfe geldi, eğlendi, güldü orospu çocuğu. Orada tam sağ gözünün üstüne sert bir yumruk vurasım geldi ama en yakın kasaba merkezinden 1.5 saat uzakta olduğumuz için en azından istasyona kadar kendimizi atalım düşüncesiyle vurmadım. Kaldı ki orada büyük bir mevzu çıksa, bu puştlar bizi alsa bağlasa ne biliyim öldürüp gömse hiçkimse 225 dönümlük arazide izimizi bulamaz valla. Aklımdan bunların hepsi saniyeler bazında geçiverdi. Sonra dedim ki ulan arabada patlatiyim bi tane bunun o oklava suratına, ya da ana bacı dümdüz gidiyim dedim; sonra hiç bilmediğimiz ıssız bir yerde kalırız, telefon da çekmiyor, kangurular dingolar yer bizi dedim.
Neyse, arabada gidiyorken, bari sebebini söyle, ne yaptık, dedim. Taşları toplamadınız, bizim kuralımız bu, işi yapmayanı kovuyoruz, dedi. Beynime kan sıçradı yine. ULAN MADEM ÖYLE NİYE DAHA ÖNCE BU KURALI SÖYLEMEDİNİZ YAVUŞAK?! Söyleseydiniz biz o gün idareten o işi yapar ertesi gün paşa paşa kendimiz zaten istifa ederdik, GÖT! Sizin uyduracağınız kuralı da bahaneyi de sikeyim, dedim (içimden). İnsan 1-2 gün önceden haber verir, şimdi ne gidip kalacak bir yerimiz, ne bir planımız var, dedim. Haklısın, kusura bakma, dedi; ama hâlâ istasyona doğru gidiyoruz bu arada. İstasyon kasabadan izole bir yerde, ormanın içinde bir yerde olduğu için gitmeden yiyecek bir şeyler alın bari diyip vicdana geldi götveren. Biz de Dominostan tanesi 4.99 Dolara 2 pizza aldık. Bizde 30 Lira'ya falan satılan bildiğin orta boy Dominos pizzası. Nasıl 5 Dolar, nasıl kâr ediyorlar anlamış değilim.

Ellerimizde, omuzlarımızda, sırtımızda, göbeğimizde, her yerimizde çantalar bavullar varken bir de iki kutu pizza elimizde istasyona vardık. Tam yükümüzü indirdik derin bir nefes aldık ki istasyon görevlisi tombik bir amca, burada kalamazsınız, istasyon alanını komple kapatıyoruz, kasaba merkezine gidin otobüsle, yarın sabah gelirsiniz, dedi ya la. Gözlerimiz Eşli pezevengini aradı ama çoktan toz olmuştu itoğlu it. Otobüsle Gympie denen kasabaya geri gittik.

  • Gympie ve sokakta kalma
Saat akşam 7'de 12.000 nüfuslu, kovboy kasabasının merkezinde bulduk kendimizi. Hava kararmaya, etraf ıssızlaşmaya başlamıştı. Biz 8-9 saat geçmiştir derken saate baktığımda saatin daha 10 olduğunu gördüm. Sarhoşlar ve serseriler tek tek sokaklara damlamaya başlamıştı. Biz etrafımızda bavullar, çantalar bir bankta, çok bitkin ve yabancı görünüşümüzle ideal bir av gibiydik. Arabayla önümüzden geçenler tip tip bakıyor, ''Merry Christmas'' diyor, eliyle 'okey' işareti yapıyordu. Derken hemen önümüzdeki trafik levhasına sarhoşun biri arabasıyla çıktı ve spin attı. Az kalsın üstümüze çıkacaktı denyo. 
Sonra yerimizi değiştirip daha kuytu bir yere geçtik. Burada da akli dengesi yerinde olmayan biri (tam bir balici/tinerci tipi vardı) bayağı darladı bizi. En son, sırt çantamdaki küçük alet takımından bıçağı çıkartıp parlattım da uzadı pezevenk. Sarhoşlardan hiç rahatsız olmamama rağmen bir kaç defa 3-4 kişilik grup yavşak yavşak hareketlerde bulununca yalan yok ben de biraz tırstım. Elisa'nın hâlini siz düşünün... Bu yüzden gece yarısı telefonda sorup soruşturup bir otel bulup sabah 5'e kadar, sadece 5 saatliğine yahu, 100 Doları bayıldık! Ama ne uyumuşuz... Sonra yaklaşık 3 saatlik tren yolculuğumuz başladı. İstikamet Brisbane.

  • Tekrar Brisbane, tekrar backpackers
Dönüp dolaşıp tekrar Brisbane'a geldik. Yine kovulduk ama bu sefer 1 hafta değil 2 hafta çalıştık. Gözle görülür, %100 artış. Kolay değil... Günlerden Pazartesi. Bavulları şehirdeki eski evimizde yerimize geçen İtalyan çifte bıraktık. Sonra Avustralya macerasının en başlarında kaldığımız 2. backpackers olan Banana Benders Backpackers'a yerleştik. Hem de oda numaramız 19 (https://www.youtube.com/watch?v=tFtfbS879iE).
Bu da odanın bir resmi. En azından bir dolap gibi bir şeyimiz vardı bu sefer:

Derken ilk günden bavulların kaybolmasından tutun da sim karttan priz girişine kadar yakamızı bırakmak bilmeyen şanssızlıklar silsilesi internete en ihtiyacımız olduğu anda yine bizimle beraberdi. Akşamüstü saat 6'da bitkin bir şekilde odamıza yerleşmiş tekrardan iş, ev veya en azından seyahat ve uçak bileti planları yapalım, günlük 5 Dolar parasını verip internet alalım dedik. Ama pansiyonun internet sisteminin 16 kişilik limiti dolmuş, sabah 9:30'da sıfırlanıyormuş (sıfırlayalım mı bbcm, dedim ben de elemana. Bu arada 1. yılı kutlu olsun). İşte sabaha kadar, internete en ihtiyacımız olan anda boş boş, kafamızda milyon tane deli soruyla öyle kala kaldık...
Bu arada Brisbane'a ait bir merkezinden bir de Mt. Cootha'dan kuşbakışı fotoğrafı koyayım buraya. İkinci fotoğrafta göreceğiniz küçük gökdelenler kümesi kaldığımız yer olan şehrin merkezi.





  • Bilet alma süreci
Dünyanın parasını verip bilet alacakken bile bir insanın işi ters gider mi yahu... Biraz biriktirdiğimiz parayla Sydney, Melbourne ve Whitsunday Islands'a gitme planları yapıyorduk. Uçak biletleri anasının nikâhıydı. Biz de araba kiralayalım dedik. Bunların hepsinin geri dönüş biletlerimizi riske atacağına karar verdik. Sonra Salı günü, Şubat'ta bir sınav için Türkiye'de olmam gerektiğini, Noel'in geliyor olmasını ve içinde bulunduğumuz durumu da göz önünde bulundurup geri dönüş biletlerine bakalım dedik. Nedense ertesi gün (Çarşamba) biletleri, daha sonraki tarihlerden daha ucuzdu (daha ucuz dediğim kişi başı tek yön 1400$). 
İyi lan, dedik, yettiyse yetti. Sikerim bunca adaletsizliği de şanssızlığı da, diyip biletleri almaya karar verdik. Film buradan sonra iyice koptu...
Hiçbirimizin kredi kartında 3000 Dolarlık limit olmadığı için biletleri ayrı ayrı alalım dedik. Ben bileti 1400 Dolara Virgin Australia'dan aldığımda 6 koltuk daha var diyordu. Bu işlemden hemen 1 dakika sonra Elisa'ya bileti alacağımız sırada aynı bilet 2000 Dolar olmuştu. Battı balık yan gider hesabı, Elisa, alıcam ben bunu, dedi. Fakat daha önce kullanma gereksinimi duymadığı kart, kredi kartı değil, banka kartıydı... 
İyi, dedik, banka kartından parayı çeker kredi kartına atarız. Bu sefer de banka kartı günlük para çekme limitinden dolayı ihtiyacımız olan miktarı vermiyor. Gel de delirme! Denemediğimiz ATM, girip çıkmadığımız banka kalmadı ve banka saat 4'te kapandı. Hiçkimse yardımcı olamadı. İtalya'daki banka çalışanlar aradaki saat farkından dolayı biz burada can çekişirken 80. rüyasını görüyordu belki de...
Eski evimize geçen İtalyan çifte yardımcı olan gönüllü bir doktor teyze vardı, İtalyan. O'nu arayalım, o bize yardımcı olur. Elimizde ne var ne yok veririz, o kendi kredi kartıyla alır, gerisini İtalya'ya dönünce göndeririz dedik. Ben bir düşüneyim, dedi kapattı telefonu. Bu telefon görüşmesinden sonra o ATM senin bu ATM benim gidip gelirken Elisa'nın telefonu kaşla göz arasında kayboldu. BİR BU EKSİKTİ! Son bir iki saatte nasıl bir cehennem yaşıyoruz belli değil... Bir yandan Elisa'ya ya aynı gün daha fazla aktarmalı daha ucuz bir uçuş buluruz diye düşünüyoruz ya da birkaç gün bekler, banka işlemlerini halleder öyle gelir diye düşünüyoruz ama düşüncesi bile insanı mahvediyor; bir yandan da telefonu arıyoruz.
En son belediye meclisi gibi bir binanın önündeki bankta otururken hatırlıyoruz telefonu kullandığımızı. Güvenlikleri delip binaya bir hışımla giriyorum ve beş dakika önce telefonumuz muhtemelen şu bankta kayboldu; sizin güvenlik kameraları orayı görüyor, bir kontrol edebilir miyiz diye yalvarırken teyze masanın çekmecesinden BU MU diyip bizi bayağı şaşırtıp sevindirmişti. Şehrin en işlek meydanında telefonun kaybolup gitmemesi (daha doğrusu çalınmaması) gerçekten ülke ve millet hakkında bir fikir vermiş oldu
(Bu olaylar Salı günü öğleden sonra 2'de, ertesi gün sabah 11'deki uçuşa bilet almak için gerçekleşiyor).
Daha sonra sokakta çaresiz çaresiz seyahat acentelerinin önünde akıl danışıp yürürken, öylesine şu fiyatları bir kez daha kontrol edeyim dedim. Aslen Etihad Havayolları'nın gerçekleştirdiği bu uçuş kendi sitelerinde 1450 Dolar'a gerilemişti. Virgin Australia aynı uçuş için 2000 Dolar çektiği için birkaç saattir bütün bu kabus saatleri yaşıyorduk. Allah belanı versin Virgin Australia (uçaklarının, yolcularının, çalışanlarını değil de hisselerinin falan)!
Bu miktara yanımızdaki para nakit olarak yetiyordu. Hemen bir seyahat acentasına girip durumu anlatıp yardımcı olmalarını istedik. Şaşırtıcı bir şekilde hiçbir ek ücret talep etmeden bileti aldılar. Kabus dolu saatler sona ermişti artık ve Avustralya macerası resmen sona ermek üzereydi...

  • Uçuşlar ve Havaalanları
Etihad Havayolları tarafından gerçekleştirilen Singapore >> Abu Dhabi >> Milan güzergâhlı 3 uçuşluk uzun seyahatimizin biletleri binbir takladan sonra hazırdı (Bu havayolu şirketi ve havaalanları hakkında tek tek birkaç detay vereceğim; işinize yarar diye umuyorum).
İlk yazıda belirttiğim havaalanına giden abes tren ücretini bu sefer Avustralya devletine soktuk. Binlerce Dolar uçak biletine bayıldıktan sonra kıçı kırık bir trene 20-30 Dolar veren top olsun, diyip kartlarımıza para atmadık. Çünkü ilk günkü tecrübemizden dolayı güvenlik olmadığını ve kartların eksiye inme özelliği olduğunu biliyoruz. Bir daha kim kullanacak gocard'ını diyip karttaki bakiyeyi eksi 20lere dayadık (keşke akbilde, samkartta falan da böyle olsa. Millet 'fazla akbili olan var mı' diye dilenmekten kurtulur. Türksel'in kontörlüsünde böyle bir uygulama mevcuttu galiba. Mis gibi, tekrar para attığında o paradan düşüyor ve kısa süreli büyük maduriyetin önüne geçilmiş oluyor. Istanbul'un bu kanayan yarasını durdurmak için buradan yetkililere seslenmeyi kendime bir görev bilirim).
Havaalanında artık şansımız dönmeye başlamıştı: Kelepir fiyata, bir alana bir bedava hesabı tam da ihtiyacımız varken iki güzel bavul bulduk. Şehirde sormadığım yer kalmamasına rağmen ve kalıcı bir adresimiz olmadığı için internetten alamadığım kamerayı tam uçağa binecekken duti fıri'den yapıştırdım. Kaçar mı amuğa! Istanbul'da öğrenciyken ekonominin (ya da mezarcılığın, ölücülüğün) kitabını yazmışız... Ama bunlardan daha da önemlisi çekin sırasında milletin tek tek sıfır tavizle fazla bagaj yüküne altın parası dökülmesiydi. Kişi başı 30 kilo hakkınız var -ki bence bu denli uzun bir yolculuk için inanılmaz az bir limit- ve 30 kilodan sonrası kilo başına 70 Dolar! Benim kendine hayrı olmayan neredeyse 10 yıllık bavulum zaten daha Türkiye'den ayrılırken 32 kiloydu... Bir de alınan birkaç şey ve yeni bavul eklenince o uzun çekin sırasında dünyanın başlangıcından, hayatın anlamına birçok şeyi sorguladım.
Neyse ki denk geldiğimiz arkadaşın bilgisayar sistemi çöktü, yavaşladı falan derken o sırada Avustralya'dan, Türkiye'den, İtalya'dan, iş hayatından falan muhabbet ettik biraz. Biletleri ayrı zamanlarda, ayrı yerlerden aldığımız için ve uçak tıka basa dolu olduğu için Elisa'yla yan yana oturabilmemiz için neredeyse 45 dakika uğraştılar. Bu sırada muhabbet iyice ilerleyince bavullarımızın fazla kilosunu görmezlikten geldi. En son biletleri aldık tam gidicez, sırt çantama takıldı eleman. Çanta ağır değil, değil mi, diye sordu. Yok canım, içi hep ayakkabı. Olsun biz yine de bir tartalım... Ecel terleri dökmeye başladım çünkü sırt çantasının limitinin 7 kilo olduğunu biliyorum ve çantanın da ağzına kadar tuğla gibi kitaplarla dolu olduğunu ve bir ev dahi örülebileceğini bildiğimden içindeki tüm ıvır zıvırları, eşek ölüsü laptopu, şarj aletlerini vs çıkarmama rağmen 15 kilo çekti. Elemanla kanka (sana puanım 9) olmuştuk artık. Adı da Devin hatta. Hadi beni siktiredin de, aşağıda yine tartıyorlar, geri gönderebilirler; cebinize falan atın bazı şeyleri, dedi. Harbi çocuktu bu Devin; hâlimizden anlamıştı.
Neyse, aşağıda sırt çantalarını tartan eleman (bu da nasıl bir sistemse, ilk defa görüyorum) beni çantayla cebelleşip boşaltırken görmüş olacak ki, elimizdeki onca kitaba da bakıp, tamam, geçin arkadaşlar, dedi.
Burası da iyi güzel. Avustralya son kazığını kıyafet/çanta taramada attı. Onlarca insanla sıradayız, Xray cihazından geçicez mis gibi; polis kadın yanıma geldi bir hışımla, eşyalarını bana ver sen şöyle geç, dedi... Milletin dikizlemeleri arasında daha ne olduğunu anlayamadan kendimi MR cihazının dik şekli gibi bir kapsülün içinde ellerimi kaldırırken buldum. Hayırdır, sakaldan dolayı mı, dedim. Yok yok, bugünün şanslısı sensin, sıra sendeydi, dedi sürtük yalandan. Yersen. Pasaport kontrolünden geçtikten sonra arkama dönüp bakayım dedim aynı kapsülün içinde ayrımcılığa maruz kalmış, milletin korkunç bakışları altında başka bir sakallı arkadaş... Ulan sanki sakalımızın arasından makineli tüfekler, RPGler çıkacak!

Diğer havaalanlarına sırasıyla girmeden Etihad Havayolları hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Bu firmayı Birleşik Arap Emirlikleri'nin THY'si gibi düşünebilirsiniz. Atatürk Havalimanı THY için neyse, Abu Dhabi de Etihad için o. THY'yi okyanus ötesi uzun mesafeden tutun da Avrupa'da ve yurtiçinde kısa mesafede kullanmış birisi olarak Etihad'ın THY'ye bin bastığını söyleyebilirim. Çalışanların (host ve hosteslerin) hepsi inanılmaz nazik ve güleryüzlü. En arıza adamlarla bile o kadar sabırlı ilgileniyorlar ki şaşırdım kaldım. 3 defa kulladığımız A330'ların koltukları ve multimedya sistemleri gerçekten çok ileri teknolojiyle donatılmıştı. Filmin, belgeselin haddi hesabı yok. Uçakiçi internet (gerçi paralı olsa da) ve şarj üniteleri de bonus. Yemeklerin kalitesi, sıcaklığı ve sunuş şekli THY'yi aratmadı. Uçakta en garibime giden şey olan, her kalkıştan önce tüm ekranlarda okunan ve apollölerde duyulan kaza duasına rağmen içki çeşitliliği gayet boldu. Ben bismillah amin derken Avustralyalı ve Avrupalılar'ın rahatsızlıkları, şaşkınlıkları yüzlerinden okunuyordu. Abu Dhabi'de 9 saatlik bir bekleyişimiz olduğu için tanesi 32 Dirhem yerine geçen 2 de yemek fişi/bileti verdiler. Herhangibir fast food yerinden doyurucu bir menü almanıza yetiyor.





Singapore Havaalanı'nda yaklaşık sadece 2 saat kalmış olsak da gezip gördüğümüz kadarıyla havaalının kapalı alanını açık alan gibi birbirinden güzel küçük şelalelerle, parklarla, bitkilerle; banyo, sinema, oyun salonu gibi aktivite yerleriyle döşemişler. Sessizlik, sakinlik ve şenzlong gibi koltuklar çok ideal bir transfer merkezi yapmış burayı. Ücretsiz internet ve şehir turu da cabasıydı. Burada da güvenlik kontrolünden geçerken pasaportta vize olmaması sıkıntı olacaktı yine ama izah edince hemen anlıyorlar (Bkz: Yeşil pasaportta vizeye gerek yok; o yemezse Avustralya elektronik vize sistemi kullanıyor). Xray'den geçerken montumun ve çantamın kamuflaj renklerinin Singapur ordusuyla aynı olduğunu söyledi görevliler. Ooo façan yansın karşiiim, diye de eklediler.




Abu Dhabi havaalanında gece yarısından sabah 9'a kadar beklemek zorunda kaldığımız için birçok gözlem yapma fırsatım oldu. Sonuçta Arapları ilk defa bu kadar yakından inceleyecektim. Havaalanı oldukça büyük, temiz ve moderndi. Adamlar gerçekten lüks ve alışveriş manyağı. Onlarca rivayet duymuştum ama bir de yerinde görünce nasıl bir para var hâlâ anlamadım. Her yer dünyaca ünlü lüks mağazalarla dolu. Tüm mağazalar vs. en pahalı markaların en abidik gubidik modelleriyle dolu. Güvenlik haricinde çalışanlar genelde Bangladeş, Filipin gibi Asya ülkelerinden. Güvenlik demişken, kıyafetleri yerel beyaz giysi (adını tam olarak bilmiyorum), ve adamlar o kadar rahat ki... Öyle bir ironinin ortasına düştüm ki bu sefer güvenlikler (cahil Batılıların gözündeki) terörist gibiydi. Dünya tersine dönmüştü. Çantalar, kıyafetler falan umurlarında değildi; öylesine formaliteden makineden geçer gibiydik. Ayrıca Amerika yolcuları için ABD'nin kendi polisleriyle dolu, resmi kontrol merkezinin olması ülkenin nasıl bir himâye altında olduğunu açıkça gösteriyordu.




Burada canımı sıkan bir olayla karşılaştım. Artık, klasik bilete o kadar para verdik; içkisinin de yemeğinin de anasını ağlatıcam mantığından mıdır nedir birçok defa tuvalete gitmek zorunda kaldım. Havaalanı iyi hoş da tuvalet yok kodumun yerinde. Taa ebesinin nikâhında en yakını. Neyse, gidiyorum geliyorum hep aynı çalışan sürekli tuvalette. Yaptığı iş de birisi tuvaletten çıkar çıkmaz tuvaleti baştan aşağıya temizleyip sıradakini içeri buyurmak. İşlek havaalanlarında, özellikle uluslararası uzun uçuş transferleriyle yoğun olanlarında, tuvaletler ahır şeklini alır. Ve bu genç adam birisi orada çıkar çıkmaz temizlik yapıyordu. Ben bizdeki gibi günün belirli bir bölümünde birkaç saat temizliyip çıkar sanıyordum ama 5-6 saatlik bir dilimde her gittiğimde orada görünce artık 4. seferde sordum: Nerelisin? Bangladeşliyim (Afrikalı olmayıp da simsiyah olan arkadaşlar var ya, onlardan). Kaç saat çalışıyorsun? Hergün 12 saat... ... ... Kendini kötü hissetmemesi için konuşma kararı aldığımda normal bir arkadaşımla konuşurmuş gibi görünüp davranacağıma kendime söz verdim, fakat ''hergün 12 saat'' dedikten sonra gözümün içine öyle bir baktı ki; gözlerinin içindeki o kırgınlığı, dışlanmışlığı ve şuan tarif edemediğim diğer duyguları iliklerime kadar hissettim. Uzun süre kendime gelemedim. Düşünsenize arkadaşlar, haftanın her günü, vaktinizin/gününüzün yarısında küçük bir odadasınız ve bu işi yapıyorsunuz. Uzun süre kendimi, çevreyi ve içinde bulunduğumuz toplumu sorguladım. Ve şu karara vardım: Adaletini, düzenini sikeyim dünya.
''Olm Avrupa'da Amerika'da falan taharet musluğu bile yokmuş, yiyim öyle medeniyeti kakara kikiri'' diyen liseli komedyenler şimdi diyeceğime üzülecekler. Araplar taharet musluğu olayını bambaşka bir seviyeye taşımış arkadaşlar. Adamlar tazyikli su atan küçük bir duş fıskiyesi koymuşlar. Yandaki tuvaletlerden gelen ses sanki yanda araba yıkanıyor gibi böyle, çok ilginç. Zaten Arapta sike sürülcek akıl olsa... Daha fazla tarif edemiycem bu fıskiye sistemini, aşağıdaki tablo kendisi için konuşacak:

Otobüsle terminalden uçağa geçerken heryerin inşaat olduğunu gördük. Ve güvenlikten, uçaktan, yolcudan, arabadan çok etrafta hep göçmen işçi vardı. Hepsinin yüzünde bir bitkinlik...
Bu arada, arkadaşlar Börgır King'in ambleminde Allah yok peygamber yok yazıyormuş. İşte kanıtı (Şaka bir yana bana gerçekten ilginç geldi ve hemen aklıma bu Kola vs. gibi markaların amblemlerindeki sikimsonik anlam çıkarmalar aklıma geldi):



Derken, sonunda Perşembe akşamüstü Milan havaalanına vardık (tam 1 hafta olmuş). Elisa'nın kuzenini gördüğümüzde bunca şeyden sonra tanıdık bir yüz görünce bayağı sevindik. İki buçuk saat de arabayla yolculuğumuzun ardından Brisbane'daki odamızdan ayrıldıktan 42 saat sonra eve geldik. Brisbane, Singapore, Abu Dhabi ve buranın hepsinin farklı saat dilimlerinde olması, uçuşlar falan derken saat kaç, hangi gündeyiz falan birkaç gün ayırt edemedim. Böyle jetlag olmaz olsun. İlk 1-2 gün ayakta dengemi dahi sağlayamıyordum. Belki de birden 35 derece sıcaklıktan 5 derece soğukluğa gelmekten dolayıydı. Soğuk kapıdan çıkınca böyle yüzümüze vurdu, cildimizi yaktı. Nerede Avustr...
Sizin de şimdi öğrendiğiniz gibi her şey o kadar çabuk olup bitti ki döneceğimizi İtalya'dan sadece Elisa'nın kuzeni Andrea, Türkiye'den de sadece Tamer biliyordu.
Eve geldiğimizde Elisa'nın ayrı ayrı kardeşlerinin ve annesinin uğradığı şok çarpıcıydı. Özellikle de babasının elinde poşetlerle dışarıdan gelip salonun merdivenlerini çıktığında bizi görünce öyle uzun bir süre donup kalması tarif edilemeyecek, sımsıcak duyguları barındırıyordu.
Ben de ancak Pazar günü Skype'ta haber verebildim bizimkilere. Skype'ta yıllarca neler gördük neler geçirdik ama Pazar günkü bambaşkaydı.


  • Sonuç
Bu yazıda başımızdan geçenler uçuşları saymazsak sadece 3 günde gerçekleşti. Yaklaşık bir buçuk ay neredeyse bu kadar şanssız ve sıkıntılıydı. Avustralya'ya 32 kiloluk bavulumdan da anlayacağınız gibi uzun vadeli gelmiştik. En az 1 yıl, sonra bakarız, diyorduk. Fakat aldığımız vizenin ne bok olduğunu anlayınca ve bu kadar acımasız bir sisteme karşı bu kadar yalnız ve şanssız kalınca, artık sabrımızın son damlası da tükenince dönmek zorunda kaldık.
Etrafımdaki arkadaşlarımı bayağı azalttığım -ya da mesafe koyduğum- için saçma sapan şeyler duymayacağım belki ama insan akrabalarını seçme lüksüne sahip değil. Buradan, geleceğimden benden çok endişeli olan ve vakit kaybettiğimi sanıp dertlenen güzel akrabalarıma ENDİŞELENMEYİN diyorum. Belki Elisa'nın saçları beyazladı -ya da ben yeni fark ettim, ya da zaten vardı da arttı-, benim de sakalımda bir beyaz tel çıktı ve bir buçuk ay bir buçuk yıl gibi geçti diye pişman olacak değilim. Edindiğimiz tecrübenin, hayatın kendisini en acımasız şekliyle tanımanın önemi ve değeri ölçülemeyecek şekilde büyük. Türkiye'de ya da İtalya'da ya da başka yerde bu denli zor duruma düşebileceğimi ve bu tip şeyleri öğrenme fırsatı bulabileceğimi sanmıyorum. 
Mühendis değilseniz, Avustralya'ya gidip buna benzer bir bir macera yaşamak istiyorsanız durmayın. Kendinizi ve sınırlarınızı test etmeniz için inanılmaz bir fırsat. Önce şu linke http://www.immi.gov.au/media/statistics/pdf/working-holiday-report-jun14.pdf de bakıp ikinci vizeyi alabilen ülkenin vatandaşlarının sadece %20'sinin kaldığını göz önünde bulundurun (sayfa 16).
Ayrıca Ankara'daki konsolosluğun 100 kişilik kotası olduğunu ve adeta mevsimlik işçilik yapmanız için bile götünüzden kan aldığını unutmayın. Sorularınız olursa da bana ulaşın.

Bu süre zarfında yapamadığım için üzüldüğüm şeyler: Sağdan direksiyonlu araba sürme deneyimini yaşayamamak, Brisbane'da bisiklet sürememek ve çiftlikte ATV sürerken 4 köpeğin etrafımda fır dönerek koşuşunu kaydedememek.

İlk yazıda da belirttiğim çiftlikteki ailenin kişilik bozukluklarından erken kurtulduğumuz için mutluyuz (Bkz: Eşli yavşağının yerinin yurdunun, bir arkadaşının, bir akrabasının olmaması; Beck'in ağzından çıkacak her şeyi yapmaya hazır olması - Beck'in kocası Craig'in beni 2 hafta boyunca Arap sanması ve uyuyabilmek için it gibi içmek zorunda olan bir sarhoş olup öz kızına (17) tecavüz eden adamın eski karısıyla hâlâ beraber olup ailenin kıza inanmaması, kızlardan birinin evlilik aşamasında olmasına rağmen ailelerin dini sebeplerden dolayı anlaşamaması/sürekli tartışması, diğer kızın evlatlık olmasından dolayı sürekli rahatsız olması ve trip durumu vs) fakat oradaki hayvanların kurtulma şekli yok. Atlara yarış zamanı doping yaptıklarını bir akşam yemeğinde itiraf etmişlerdi fakat son gün ilk defa arazinin uzak kısmında taş toplarken 15 kadar atın yanımıza gelip açlıktan ATV'yi yemeye çalıştıklarını görünce bir şeylerin ters gittiğini anladık.

Buraya kadar okuyup vakit ayırdıysanız sizden bir ricam olacak. 2 gündür Avustralya'da gerekli yerlere mail atıyorum ve kodumun çiftliğine bir müfettiş gönderilecek; fakat sizden istediğim bu pezevenklerin feysbuk sayfasını (https://www.facebook.com/pages/Boutique-Bantams/167828696573726) iki saniye üşenmeden şikayet etmeniz (çök spama) arkadaşlar.

İtalya'nın küçük, soğuk ve sisli kasabasından kucak dolusu sevgiler.
Serhat


Not: Türkçe'yi uzun süre kullanmayanlar iyi bilir, yazıyı yazarken cümle kurmakta ve kelimeleri hatırlamakta zorlandığım anlar oldu doğal olarak. Varsa kusrumuz, affola.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Avustralya 'Survivor' Macerası

Not: Bu yazı 2 hafta önce Feysbuk sayfamda yayınlanmış olup, blogun başlangıç noktası ve 2. yazıya giriş niteliğindedir.

Aşağıda yazanların hepsi gerçek hayattan alıntıdır ('Based on a true story'nin film üzerindeki etkisi gibi düşünün).

Buraya geleli yaklaşık 5 hafta oluyor. Bu süre zarfında en başından şu ana kadar başımdan geçenleri sıfır mübalağayla, olduğu gibi uzun süredir görüşemediğimiz için başta ailem olmak üzere eşi dostu haberdar etmek amacıyla bu satırları yazıyorum. İnternetin çok kötü olmasından dolayı, mobil siteleri bile açarken can çekişmesinden dolayı ne bir video ne de bir resim atamayacağım uzun bir süre; ama buradaki gözlemlerimi size resmetye çalışacağım 5 haftada olup biteni. Biraz uzun olabilir, kusura bakmayın. Çünkü bu aralar çok boş zamanım var.

  • Uçak ve Havaalanları

Öncelikle ölümcül Istanbul trafiğinden bizi kurtararak jet hızıyla havaalanına götüren ve kapıya kadar eşlik eden kardeşim Tamer'e bir kez daha teşekkürler.
Atatürk Havaalanı'nın yavaşlığını ve yetersizliğini bir yana bırakırsak, dünyadan haberi olmayan çalışanlara laf anlatmak ayrı bir dert. Kadın, pasaportunuzda vize yok sizi uçağa alamam, diyor; ben de diyorum ki, Avustralya pasaportta vize istemiyor, e-vize sistemini kullanıyor, iki ülkenin arasındaki anlaşma bu. Beni öyle milletin içinde yok yere bekletip müdüründen onayı alınca pasaportu geri verdi. İnsan bi 'kusura bakmayın, özür dilerim' der. Allah'ın Kezosu!

Bilet fiyatları uçuk olduğundan dolayı China Southern Airlines firmasından 2 aktarmalı bilet alma hatasında bulunduk. Herkesin hayatında bir kere denemesi gereken bir tecrübe. Emin olun birkaç milyar insandan, komple bir ırktan bıkacaksınız, iğreneceksiniz. Arkadaşlar, böyle bir koku olamaz! Türkiye'deki birkaç Çinli'den hiçbir ölümcül koku almıyorsunuzdur ama hepsi bir arada olunca hayata küsmek zorunda kalıyorsunuz. 24 saat... Böyle bir işkence olamaz! Çin işkencesinin modern şekli... Bir uçak düşünün. İçindeki insanlar, su, meyve suyu, yemeği, hatta havası kokuyor. Değişik bir koku. Kelimelerle tarif etmenin imkanı yok. 1 hafta iştahım kesildi; karnım ağrıdı.İlk vardığımız nokta Urumçi'ydi. Oradan Çin içerisinde bir uçuş daha yapacaktık ki uçak rötar yaptı, küçüldü, yabancı kalmadı. Koku daha da ağırlaştı. Adamlar sanki uçağa değil kamyona biniyor. Çantalarında kedi köpek eti mi vardı, tavuk horoz falan mı taşıyorlardı bilemiyorum. Havaalanında çalışanlarla anlaşmak el kol hareketleriyle ancak mümkündü. Ayakkabıyı çıkarıp taa çoraplarımızın altına kadar kontrol edildikten sonra geç uçağa atlayıp Avustralya'dan önceki son uçağımıza geçtik. Rötardan dolayı geç kaldığımız için diğer uçak sadece bizi bekliyordu. Bu yüzden özel araçlarla uçakların arasından gittik, özel pasaport kontrolünden falan geçtik, neyse ki burada Atatürk'teki Kezban yoktu. Neyse, kaşla göz arasında golf arabasının sürücüsü 10 Dolar'ı sıkıştırmış Elisa'ya. Evden uzaklık çekmeyelim diye bizimkileri aratmadılar sağ olsunlar. 

Uçağa geç gittiğimiz için bavullarımızı yetiştirememiş yer servisi. Sonraki uçuşla -ki bu uçuş 3 gün sonra- geleceğini umduk; can sıkıcı bir form doldurduk falan (Şu havaalanlarında bir kere de işim ters gitmesin! Amerika'da da aynı durum oldu. İspanya'dan dönerken havaalanı şirketi battı vs. Bizde niye yok diyor? Bize niye almıyorsun diyor). Bu yüzden Brisbane Havaalanı'nda boynumuz büküktü biraz. O güvenlik kontrolleriyle ünlü Avustralya polisleri herhalde ya 24 saatlik uçuştan, jetlagden ve o kokudan ne kadar etkilendiğimizi gördüler, ya da bavullarımızın olmamasının verdiği boyun büküklüğüne acıyıp onca sırt çantamıza vs. hiç bakmadılar bile ve elimizi kolumuzu sallaya sallaya Avustralya'ya girdik. Sonra şehre 20 dakikada giden trene (bildiğin banliyo treni) yaklaşık 50 Dolar'a iki bilet alıp gittik. Ne binerken ne de inerken bir turnike ya da güvenlik yoktu... (Bu üç noktanın nasıl bir acıyla dolu olduğunu anladığınızı umuyorum):

  • İlk Bir Hafta 

17 yaşında kendi başına Amerika'ya gitmiş, İspanya'da 2 hafta ev bulamamış birisi olarak söylüyorum: Hayatımın en zor haftasıydı. Çok net. Hemen anlatmaya çalışayım: İnternetteki puanlarına bakıp ilk 3 gün kalmalık bir yer ayarlamıştık. Aradık ettik bulduk; bir de ne görelim: Çin mülteci kampı! 2 katlı büyük bir ev düşünün. 2 koridoru ve 15 kapısı olduğunu düşünün. İçerisinde ranzalar ve 70 küsür insan barındığını düşünün (Bu tip yerler 'Backpackers/Sırtçantalılar' diye geçiyor ve burada çok yaygın). Ve bilin bakalım ne! Tamama yakın çoğunluk Çinli ve Vietnamlı vee... evet, doğru bildiniz, yine aynı koku! Bir de bonus olarak tuvalet, banyo ve mutfak ortak. Neyseki bizim oda sadece 2 kişilikti ama odada ranza, vantilatör ve üçlü prizden başka bir şey yoktu. Priz demişken, Türkiye'den ayrılmadan kol saatimin pilini değiştirtmeyi dahi akıl etmişken nasıl oldu da dünyanın diğer ucu Avustralya'da prizler aynı girişlidir diye mal gibi düşünmüştüm... Anasını satiyim, priz çeviriciyi bulmak da apayrı bi dertti. Istanbul'da olsa Kadıköy'e gider 'abicim sidi var, müzik var, film var, dizi var, program var' diyen elemanlara söyler 2 dakikada bulurdum. Neyse 3 günün sonunda ev bulamadık. Türkiye'deyken ayarladığım numaralar, yerler ya uzak çıktı ya sahte çıktı. O arada emlakçılara falan uğradık onlar da şehrin yarım saat uzağına götürüp haftalık 300 Dolar diyip 4 hafta da peşin depozito istedi. Emlakçılar her yerde emlakçı arkadaş (Sözüm meclisten dışarı Mehmet Abi). Gerçi sonra hemen hemen her yerde işin böyle yürüdüğünü fark ettik. O 4 hafta depozito bir anda insanı insandan buz gibi soğutuyor. 
Neyse o mülteci kampında 3 gün bitince, internetten başka bir yer buldum. 30 derece sıcakta kişi başı ortalama 30 kilo yükle 1 saat yürüdükten sonra internette boş oda gözüküyor olmasına rağmen boş yer olmadığını öğrendik. Sonra, sor soruştur yakın bir yer bulduk. Bu sefer ranzanın alt katı çift kişilik, kalanlar genelde Avustralyalı ve Alman, odada en azından komidin (bu nasıl bi kelime ya, komili yağ gibi) ve gardırop (bu da apayrı bi kelime. Fransızlar'dan falan çarptık heralde) vardı. Fakat burada da günlük 70 Dolar fiyat yetmiyormuş gibi günlük 5 dolar da internet fiyatı vardı. Oraya git buraya git, kaybol, günde 20-30 kilometre yürü et derken tam 1 hafta sonra güzel bir ev bulduk.

  • İlk Ev, Brisbane ve Halk
Odamız ve banyomuz ayrı, çok merkezi, haftalık 300 Dolar her şey dahil, 1 Venezuelalı ve 1 Kolombiyalı elemanla paylaşılan güzel bir evdi. Sonunda rahat bir nefes alabilmiştik. Elemanlar müziği sesli (ve çok basslı) dinlemeye bayılsa da, evi neredeyse her akşam Latin Amerika barlarına/restoranlarına çevirmeyi sevseler de evimizden gerçekten çok memnukduk. Yaklaşık 3 hafta paso iş aradık. Arada piyasada başvurulmadık iş bulamayınca şehri gezdik. Şimdi braiz şehri anlatayım; sonra iş konusuna detaylı gireceğim. 
Şehir adeta bisikletçiler ve koşucular için inşa edilmiş. Her yerde koşu ve bisiklet yolları mevcut. Heryerde park var ve parklar inanılmaz temiz, yemyeşil, nizami ve muazzam. Parklarda kuşlar (özellikle buraya has uzun gagalı ibis kuşu), adını bilmediğim ama kertenkelenin büyüğü olan hayvanlar cirit atıyor. Yerlerde bir tane çöp yok. Temizlik görevlisi de görmedim hiç hâlbuki... Bu arada konu parklardan açılmışken, böyle piknik masası gibi metal tezgâhlar var ve bu tezgâhlarda bir tuş var. Pazar günleri bu tuşa basınca tezgâhın üstü ısınıyor ve mangalınızı yapabiliyorsunuz. Belediyemiz çalışıyor yahu. Ücretsiz internet de cabası. Ayrıca yine bu parklarda çimlerde böyle 100-150 Lira verip alamayacağınız piknik/plaj sandalyeleri var. Kilitli/bağlı falan da değil. Millet kafasına göre güneşe doğru çeviriyor ve keyfine bakıyor. 
Hava hep sıcak, hep güneşli. Yarı tropik iklime sahip olduğu için her yer yemyeşil. Fakat yağmur yağdığı zaman da kovadan boşalırcasına yağıyor. Şimşekler ve gökgürültüleri buralarda daha ciddi ve ürkütücü.
Polisinden evsizine, kime yol yordam sorsanız inanılmaz bir güleryüzle ve çabayla size yardımcı olmaya çalışıyor. Bu arada evsiz demişken, Avustralya vatandaşı olup eğer evsizseniz devlet baba size haftalık 300 Dolar veriyormuş. Değişik hareket... Bir de işsizseniz, artı 200 Dolar. Daha da değişik hareket... Gerçi alınan maaşın neredeyse yarısı devlete gidiyormuş. Burada para kazanmak gözlemlediğim kadarıyla çok kolay fakat devlet sizden bunu bir şekilde çıkarıyor. Birazdan 'ama nasıl' olduğunu anlatacağım. 

  • İş Başvuruları ve Sistem
Bu kısım uzadıkça uzar. Olabildiğince kısa ve yalın tutmaya çalışacağım. E-mailimin iş başvurusu kısmında abartısız 150 küsür mail var (hadi 50 tanesi üyelik ve aktivasyon maili diyin). Brisbane'daki evde 3 hafta boyunca sadece iş başvurusunda bulunduk. Sadece internetten değil aynı zamanda CVlerimizi bastırıp merkezde girilmedik mağaza bırakmadık. Fakat gördük ki ya geri dönüş yapılmıyor ya da paso olumsuz dönüş yapılıyor. İtalyanca, İspanyolca, İngilizce bilen Elisa için de aynısı. Ya arabamız olmadığı için, ya kısa sürede alamayacağımız bilimum çeşit sertifikadan biri olmadığı için, ya ehliyetimiz olmadığı için, ya oturma iznimiz olmadığı için kafadan çoğu işten eleniyoruz zaten. Başvurduğumuz işler hep böyle sıradan, basit, en düşük ücretli işler olmasına rağmen önümüze sürekli bir engel çıkıyor. Kaldı ki başvuru yaparken vize numaranız ve türünüz isteniyor ve bence Working Holiday vizesini görenler zaten baştan eliyor bizi (Bu vizeyle bir işverenle en fazla 6 ay çalışabiliyorsunuz, ki vize sadece 1 yıllık). Fakat gelin görün ki bu işlerde buranın vatandaşı liseden dahi mezun olduğunu düşünmediğim gençler paşa paşa çalışıyor. Anladığım kadarıyla halka iletişim gerektiren işlerde sadece kendi vatandaşlarının çalışmasını istiyorlar. Çünkü bizim vize türümüze internette neredeyse sınırsız sayıda tarlada veya çiftlikte çalışma fırsatı var. Ki aynı vizenin ikincisini almak için 3 ay buralarda çalışmak zorunlu zaten (Bkz: http://www.immi.gov.au/media/statistics/pdf/working-holiday-report-jun14.pdf). Bunu biliyorduk ama başlangıçta normal bir işe gireriz herhalde canım, diyorduk. E durum böyle olunca ve haftalık 300 Dolar sadece kiraya verince herhangi bir işe girmek zorunlu hâle geldi. Avustraya'daki tam 10. günümüzde iş ararken Türk isimli bir kebapçı gördüm ve daldım içeri. Hemen gel başla, dedi. Bir işe bulana kadar yap be olm noolcak, diyip aynı gece başladım.

  • Kebapçı Macerası
24 saat çalışan bir kebapçı. Yeni açıldığını ve elemana ihtiyacı olduğunu sonradan öğrendim. Şehrin göbeğinde, inanılmaz kalabalık bir sokakta. Etrafı bar ve casino kaynıyor. İnternette başvurduğumuz işlerin saatlik en az 20 Dolar verdiğini söyleyip, saatlik 12 Dolar'a çalışıyorum diyince Avustralyalılar'ın uzaylı görmüş gibi bakakaldıklarını belirtip bu ağır işe bu parayla başladım. Başladığım gün Cadılar Bayramı gecesiydi ve böyle bir kalabalık ve yorgunluk daha önce hayatımda görmedim. Günde 12-13 saat çalıştım. Genelde geceleri çalıştım. Kadıköy Barlar Sokağı gibi düşünün. Zaten anlaması güç olan Avustralyalılar'ı bir de geceleri sarhoşken anlamaya çalıştım. Buralar hadi neyse. Kebapçı sadece kebapçı değil aynı zamanda piliç çevirme, pizza, baklava, gözleme satan bir yer. Patron Konyalı, Fatih adında bir adam. Ama daha çok Ahmet tipi vardı. Hep Ahmet diyesim geliyordu. Ve adam inanılmaz mutsuz, memnuniyetsiz bir adam. Sürekli daha hızlı olmanızı isteyen, sürekli dükkanda başınızda durup baskı yapan bir tip. Bir gün yaklaşık 40-50 kilo eti kendi başıma saatlerce ayakta şişlere taktığımı bilirim. O da bir şey mi, döner kesmekten tutun da gözleme yapmayı, piliç çevirme yapmayı, pizza yapmayı öğrendim. Yetmedi dünyanın bulaşığını yıkayıp yer, masa, sandalye sildim. Boyunuz yüksekliğinde, yerdeki yağdan ayakta duramadığınız, vıcık vıcık bir yer... Sabaha karşı eve dönünce o yorgunluğa rağmen üstüme sinen kokudan iğrenip hep duş almak zorunda kaldım. Döner yememeye yemin edicek duruma geldim. Çalışanlar 1-2 Türk dışında hep Hindistanlı. Adamların İngilizce'si de anlaşılmıyor arkadaş. Neyse, yine bir şeyler öğrenip hayatı ve kendimi test ederken tam bir haftanın sonunda işten kovuldum. 
Nasıl mı kovuldum? O gece mutfağa geldim, Avustralya'ya 3 yıl önce okumaya gelmiş, 3 yıldır kebap sektöründe, 1 yıldır da bu adamın yanında çalışan, Türkiye'de okumuş Azeri arkadaşa (sağ olsun çok samimi bir arkadaştı, çok yardımcı oldu) dedim ki Fatih burada mı? Yok, dedi. Ulan, dedim, bu adam bir kişiye 2-3 kişinin işini yaptırıyor; çok az ödüyor; paso söyleniyor. G20 geliyor, heryer kapalı olacak (3 günlük resmi tatil ilan edilmişti) biz çalışıcaz, bi zam isteyelim o günler için. Ya da geceleri çalışanlara biraz daha farklı ödesin, dedim. O da, haklısın abicim ama diğer çocuklarla (Hindularla) ağız birliği yapmamız lâzım yoksa olmaz. Ben de 2 haftaya çıkıcam zaten işten yeter artık, falan dedi. İyi lan, dedim, o zaman ben diğer çocuklara da söyliyim örgütlenelim... Sonra ön tarafa geçip döneri keserken, kapının arasından gözleri dönmüş bir şekilde Fatih patronu gördüm. Eliyle 'buraya gel' işareti gibi bir şeyler yapıp, sen şöyle bi gelsene, dedi. Tüm konuşmalarımızı alt kattaki mescitten çıkarken duymuş ve durup dinlemiş (Bu mescit ve gelip giden Türk kökenli vatandaşların profili ve mide bulandırıcı tavırları bambaşka, upuzun bir konu. Burada hiç girmeyeyim isterseniz). Arkadaşlar t-shirtü çıkartıp gidebilirsiniz, dedi. Siz bu Hindular'ı mı ayartıcaksınız aklınız sıra, ben onlara 10 Dolar versem de çalışırlar ooolm, dedi yavşağım. Bir 5 dakika falan ''ama biz Türk'üz, Müslüman'ız''dan girip ''şimdi diğer Türk (işyeri olan) arkadaşları da arayıp söyliyim ne yaptığınızı''dan çıkan balon bir konuşma yaptı.
İş arkadaşlarımın çalışma ve ücret şartlarını iyileştireyim derken işimizden olduk. İhtiyacım vardı ama kötü bir pozisyonda yakalanmıştık. Yüzüne aynı şeyleri sonra yine söyledim ama öyle arkasından konuşur gibi duyması bizi zor durumda bıraktı, hoş olmadı.

G20 demişken: Bir ülkenin başbakanı nasıl olur da memlekette yerin altında haftalardır onlarca işçi varken ve ulaşılamıyorken dünyanın bir ucuna gelip de 'iş ve iş olanaklarını geliştirme' hakkında toplantılara katılabilir?
İnanılmaz güvenlik önlemleri sebebiyle kaldıkları yeri ya da gidecekleri güzergâhı bulamadım. Fakat karşılaşsaydım ''MEMLEKETTE HER GÜN BÖCEK GİBİ EZİLEN, ÖLEN İŞÇİLER NE OLACAK?'' diye bağırıp korumaların ve kendisinin tepkisini görmeyi çok isterdim.
Bu arada -umarım haberiniz vardır- dün, o bölgede madencilikten başka iş kapısı olmayan Soma'da, katliamın gerçekleştiği aynı işletme 3 bine yakın işçiyi işten attı! Bu işçi kıyımlarının son bulması için madenler TKİ çatısı altında kamulaşmalıdır! Yoksa bu daha hiçbir şey...

  • Koala ve Kangurular
Elisa'nın ısrarları sonucunda koala ve kanguruların olduğu hayvanat bahçesi gibi bir yere gittik. Adamlar öyle bir piyasa kurmuş ki koalayla fotoğraf çekinmek 18 Dolar... Kayserili midir nedir? Şaka bir yana, koala değişik hayvan. Kanguru daha değişik bir hayvan. Kanguru vahşi ve şehirlere yakın yerlede bulunmadığı için okullar/öğrenciler ve yerli halk da kanguruları yakından incelemek için bu tip yerlere geliyorlar. Kanguruların birkaç türünün olduğunu öğrendim. İnsanlara alışmış olanları gayet sakin ve yavaşlar. Fakat biraz daha vahşi ve büyük olanlar inanılmaz güçlü ve hızlılar. Aynı yerde ve günde ilk defa yılana ve timsaha dokunma fırsatım oldu. Serhat'a göre yılan buz gibi, yağlı gibi, dokunduğun yeri hisseden ve hareket ettiren aslında o kadar da tehlikeli bir hayvan olmayan bir yaratık; timsah ise yine buz gibi ve kabuğu taş gibi olan meymeletsiz bir yaratık.

  • Pasifik Okyanusu
İş aramaktan yorgun düşüp, artık şehirden gitmek zorunda kalmadan önce şu yakın, meşhur yere gidelim artık, dedik: Gold Coast, nam-ı diğer Surfers' Paradise. Arkadaşlar sahil 36 KM, Atakum'un sahilinden bi farkı yok aslında, sadece kumu inanılmaz yumuşak ve tanecikleri küçücük. Her birkaç yüz meterede bir tam donanımlı sahil güvenlik var ve o sahil güvenliğin önünde iki bayrağın arasında yüzmeye güvenli bölge var. Ya köpek balığının bölgesi olmayan yerler bunlar, ya da millet dalgalardan boğulmasın diye böyle bir şey yapmışlar. Çünkü deniz (yani okyanus) gerçekten çok dalgalı ve kuvvetli çekime sahipti. Ayrıca BUZ gibiydi. Bir de dünyanın en çirkin, saçma sapan yaratığı denizanasını görünce dedim benim köyümün göletine götürün. Şaka bir yana okyanusta köpek balığı korkusuna rağmen yüzmek ilginç bir duyguydu. Yapın derim. Yerse.

  • Toplu Taşıma ve Trafik
Toplu taşıma inanılmaz pahalı. Gittiğiniz yol kadar kartınızdan (akbil gibi) düşüyor. Tıpkı Paris'teki metro sisteminde olduğu gibi inerken de kartı basıyorsunuz ve ne kadar gittiğiniz belli oluyor ve o kadar kesiliyor. Otobüsle kısa mesafe (10 dakika falan) 4 buçuk Dolar. Olur da inerken kartı basmazsanız en uzak mesafeyi kesiyor (bizim otoyollar gibi).  Tren duraklarının ise bazılarında turnike var bazılarında yok. Ücretsiz gidip gitmeme riski size kalmış. Çünkü trende bazen görevliler bir cihazla basıp basmadığınızı, yeterince para olup olmadığını öğrenmek için kontrol yapıyor (tıpkı Oslo'daki gibi) ve ceza yemek tamamen şansınıza kalmış. Toplu taşımanın güzel yanlarından biri hafta boyunca 9 defa kullanınca, Pazar gecesine kadar ücretsiz seyahat edebiliyorsunuz. Mesela okula ya da işe haftaiçi toplu taşımayla gidip geldiniz, haftasonu Gold Coast'a gitmek (yaklaşık 22 Dolar) ücretsiz hâle geliyor.
Toplu taşımanın bir güzel yanı ise dışarısı 40 derece cayır cayır yanıyorken otobüsler ve trenler buz gibi. Klimalar sonuna kadar açık. Hatta şunu da aktarayım: G20 hengâmesinde bir otobüs bizim apartmanın önünde yaklaşık 3 saat trafikte takıldı kaldı. Adam klimayı bir saniye kapatmadı (sesi duyabiliyorsunuz). Aklıma gelen hemen şu geldi:40 derece sıcakta, 35bin kişiyle Istanbul trafiğinde şoföre 'KAPTAN KLİMA' diyince 'CAMLARI AÇIN' mı dersiniz, aynadan dövecek gibi bakış mı istersiniz...
Bu arada, 1 ay boyunca şehrin göbeğinde sürekli iş aramaktan dolayı hep sokaklarda olmamıza rağmen, evin merkezde işlek bir yola bitişik olmasına rağmen sadece 5 defa korna duydum. 2si taksiciydi (Ya Hindu ya Türk).
Unutmadan, sürücüler kurallara harfiyen uyuyor. Eğitimin yanı sıra, bir de sadece 12 puanları varmış; ve bir kırmızı ışıkta geçme 3 puan götürüyor. Sonra ehliyete elveda... Bu arada arabalar ve benzin sudan ucuz desem yeridir. Bunu zaten herkes biliyor.

  • Çiftlik Macerası
http://www.immi.gov.au/media/statistics/pdf/working-holiday-report-jun14.pdf linkinde kısa bir göz gezdirmeyle grafiklerde görebileceğiniz gibi (hadi üşenmeyin, tam olarak sayfa 29) buraya bu programla gelenlerin tamamına yakın çoğunluğu meyve sebze toplama çoğunluluğunda tarım sektöründe çalışıyor, ya da hayvancılık. 
Artık 3 hafta olumsuz iş başvurusu dönüşleri okumaktan bıktıktan sonra bari 2. vizeleri de alalım diye çiftlik başvurularında bunlunmaya başladık. Ve burasının da bambaşka bir piyasa olduğunu anladık. Backpackers otelleri öyle bir tezgâh kurmuş ki 10 kişilik odaya 150-200 Dolar para istiyorlar ve genelde muz, mango toplama işleri buluyorlar. Aslında saatlik 18-20 Dolar da bırakıyormuş...
Bir de aile çiftlikleri var. Bunlar daha cazip. Fakat bunlar da bir de biz gol atalım diyip Çinliler ve Hindular'ın karın tokluğuna çalıştığını gördükleri için sadece kalacak yer ve yemeği karşılayıp para vermekten çekiniyorlar. Bu da giderin olmasa da bir gelirin olmadığı için bir tuhaf hissettiriyor.
Bu arada ''adam akıllı'' bir işe bulup girmek imkânsızken, bu işlere, bu tip kurumlar/insanlar sizi arıyor. Yaklaşık 1 haftalık arayış sonunda az kalsın böyle ücretsiz, trenle 14 saatlik bir yere sömürülmeye gidecekken bir akşam Rebecca adında biri aradı. At çiftlikleri varmış; çift arıyorlarmış. Kendi yeriniz olacak, yemek bizden, dedi. Ücretsiz galiba bu da, dedim. Yok, para da veriyoruz, dedi. Yapılacak işlerde ve tarihte de anlaşınca bundan yaklaşık 10 gün önce ayın 24'ünde Brisbane'dan 3 saat tren yolculuğuyla bir kasabaya geldik. Oradan bizi aldılar ve 1.5 saat de arabayla 'in the middle of nowhere' (kabaca Türkçe dağın başı diyebiliriz) tamlamasının çıkarıldığı yere geldik.
Elisa'yla benim kaldığım yer evin 100 metre ilerisinde konteynırın daha büyükçesi. Tır kasası kadar diyebilirim. 1 oda 1 salon ev gibi. İnternet çekmiyor, TV yok. Kitap okuyup kafa dinlemeye bire bir.
Yemekler büyük evde aileyle yeniyor. Arazi 225 dönüm. Çitlerle çevrilmiş bölmelerde beslenip gelişmesi gereken 35 tane at var. Evin etrafında takılan 40 kadar inek var. Arazide geri kalan atın, ineğin sayısı belli değil (Bu arada çift Körfez ülkelerinde de yıllarca çalışmış ve sadece Arap atı bakıyorlar). En azından bana öyle dediler. ATV olmasına rağmen daha gidip arazinin sınırlarını göremedik. Onun dışında 50 kadar koyun var (kuzu da olabilir. Hâlâ bunun ayrımını bilmiyorum lanet olsun). 3 domuz, 4 çoban köpeği, 10 yavru köpek, 2 ev kedisi ve onlarca çeşitten oluşan yüzlerce tavuk, kaz, ördek ve onlardan daha fazla civciv var.

İşimiz sabah 7'de hayvanların suyunu değiştirmek, yemini vermek (atlara 7-8 el arabası 2 çeşit saman), yumurtasını toplamak, kuluçka makinesindeki ördek yumurtalarını spreylemek, yavru köpeklere mama vermek, Pazartesi Çarşamba ve Cuma günleri civcivlerin kümeslerini temizlemek. Sabah bu işler 9:30-10 gibi bitiyor. Kahvaltımızı edip öğle sıcağında çalışamadığımız için keyfimize bakıyoruz. Sonra 3 gibi bu işlemleri yeniden yapıyoruz ve bu sefer köpekleri de besliyoruz. 6 gibi iş bitince biz duşumuzu alırken orta yaşlı ev sahipleri yemeği yapmış oluyor. 9 gibi yemeğin ve alkolün de etkisiyle herkes mayışıyor. 10 civarı da yapacak bir şey bulamamaktan ve yorgunluktan herkes -biz de dahil- uyumuş oluyor.
Bu işlerin dışında ekstra olarak yaptığımız şeyler: Saman yapılan arazinin sulama borularının yeri değiştirilebiliyor. Çim biçme arabasıyla çim biçiliyor. Çim sulama sisteminin yeri değiştiriliyor. ATV'yle istenmeyen bitikelere sprey sıkılıyor. Atlarına bakamayan insanların arazilerinde pick upla atlar kovalanıp toplanıyor ve kamyona koyulup getiriliyor. Çiftlikten canımı sıkan tek şey bir atın şaka kalkıp ayağını çitlere sıkıştırıp neredeyse kıracak olmasaydı. Hayvan iki büklüm olup baya acı çekmişti. Bir de bugün veterinerler gelip 4 Stallioan (Türkçe karşılığını bilmiyorum ama çocuk yapabilen erkek türü) atının bayıltılıp kısırlaştırılmasını izledim. İçim cız etti. Bu yeni gelen 4 vahşi at çok iyi kondisyonda olmadığı için ve çok agresif oldukları için bu işlemin yapılması gerektiğini söylediler.
Yanında kaldığımız ve çalıştığımız insanların tamamen yerli ve buralı olması işin yanında kültür olarak da çok şey katıyor. 47 yaşında, kendi deyimiyle 46 yıldır çiftliklerde çalışan, aile dışından biri olup da tek çalışan bir adam var; adı Ashley. Kafasındaki şapkası olsun, ağzındaki sigarası olsun, aksanı olsun, arabası olsun, centilmenliği olsun, kaliteli Western filmlerinde bulamayacağınız tam bir kovboy. Biramızı, şarabımızı eksik etmiyor sağ olsun.

  • Ne Düşünüyorum?
Çiftlikten başlayacak olursam gerçekten şanslı bir aileye düştük. Çok cana yakın, sabırlı, anlayışlı ve arkadaş canlısılar. O kadar iyi niyetli ve düşünceliler ki sanki dersiniz Türkiye'de 40 yıl evimde kalmışlar. O derece. Umarım altından bir şey çıkmaz (Artık Türkiye'de ne kadar hasta, beklenti içinde olan, karşılık manyağı insan ve akraba tanımışsam, insan böyle hissediyor maalesef). Sadece aile yapıları biraz bozuk.
Sabah erken kalkıyoruz, erken yatıyoruz, haftanın her günü aynı şeyleri yapıyoruz ama kendimize çok vaktimiz kalıyor. Ayrıca sessiz, sakin ve sağlıklı. Hele de özellikle son 1-2 yıldır bir dağ köyünde, insanlardan uzak, hayvanından başka derdi olmayan bir çoban olmayı kafaya takmış birisi olarak daha iyi bir tecrübe edinemezdim sanırım. İlk bir iki gün daha önce hayatımda yakından görmediğim hayvanlarla temasta bulunmak zor oldu tabii. Fakat bayağı alıştım; ve dahası birçok çeşit hayvanı gözlemleme, anlama ve yardım etme fırsatım oldu ve olacak. Bana kalırsa, doğada tamamen işe yarayacak şeyler. Parayla dahi öğrenilemeyecek şeyler.

Buraya gelirken uzun süreli planlar yapıp gelmiştik. En azından bu vizenin ikincisini almak gibi. Fakat Türkiye'nin de içinde bulunduğu ülkeler listesi için vizenin ikincisi olmadığını öğrendim (liste için bkz: http://www.immi.gov.au/media/statistics/pdf/working-holiday-report-jun14.pdf). Ayrıca buraya önce öğrencilik için gelmiş, sonra okulu bırakıp 3 yıldır kebapçıdan başka yerde iş bulamamış 2 arkadanştan dinlediğim kadarıyla oturma izni almak gerçekten zahmetli. Daha bu yaşta hayata ve hedeflerine küsmüş duruma gelmiş arkadaşlar. Sistem, burada vatandaşı olmayanı harcıyor. Ve vatandaşlığı almak 4-5 yıl rezalet işler yapıp 6000 Dolar civarı da başvuru için ödemekten geçiyor. Hayatımın en verimli döneminde bunu göze alabileceğimden emin değilim. Kaldı ki, Türkiye'de ne kadar mide bulandırıcı insan ve olay olsa da bu kadar uzak kalabileceğimi düşünmüyorum.

Avustralya inanılmaz hayat dersleriyle geçiyor. Gerçekten çok zor günler geçirdik ama geldiğime zerre kadar pişman değilim. Tek pişman olduğum şey Brisbane'da bisiklet sürememek.

Fakat şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Telefonun çekmemesi, internetin çok kötü olması (kısaca aile ve arkadaşlarla görüşememe), haftanın her günü çalışmak ve uzun süreli asosyal kalmak buradan (çiftlikten) belki de 3 aydan önce ayrılmamıza neden olabilir. Zamanla göreceğiz. Sonrası için henüz elle tutulur bir planımız yok. Göreceğiz...

Daha anlatmak istediğim birçok şey vardı (buraya yazmak isteyip atladığım, unuttuğum noktalar da vardır mutlaka) ama uzadıkça uzuyor; kabaca önemli noktalar bu kadar hacılar.

Kendinize çok iyi bakın.
Avustralya'nın güneşli ve sevimli bir çiftliğinden kucak dolusu sevgiler.



Serhat