Bu Blogda Ara

28 Nisan 2015 Salı

Bazı şeyler üzerine

Bugün, ilk defa kendime 'okunacak kitaplar' listesi yaptım. Tam 14 kitap sıraladım. Ne zaman bulurum, alırım, okurum bilmiyorum.
Fakat şunu biliyorum: Memlekette kitaplar dahi pahalı. Öğrenciliğim bitmiş olmasına rağmen, özel sektörde tam zamanlı it gibi çalışmama rağmen, seyahatten başka bir şeye para harcamamama rağmen (bu konuya birazdan değineceğim), sadece kendimi geçindirmekten sorumlu olmama rağmen pahalı.
Gerçi, dünya rekortmeni arabasını, elektroniğini, petrolünü geçtim, geçenlerde dikkatimi çekti, sinema biletinde dahi ''EĞLENCE VERGİSİ'' adı altında vergi veriyoruz; bu yüzden bu pahalılık aslında normalmiş gibi geliyor (Asıl sorun da zaten bu: Halkın kendisini zenginleşiyor, ekonomi iyiye gidiyor ZANNETMESİ). İyi, ama bu vergiler, har(a)çlar nereye gidiyor? Yurtdışına her çıkışta ''yurtdışı çıkış harç pulu'' adı altında 15 TL veriyoruz (yıllık ya da aylık bir para da değil bu. Her çıkışta vermek zorundasın. İstersen 20 kere çık. Polis salmıyor sonra). Pasaportlara verdiğimiz harçlar yetmezmiş gibi bir de bu komik şey var en basitinden. Alırken memura soruyorum, çıkarken polise soruyorum, size soruyorum, kendime soruyorum, bu ne diyorum, hiçkimsenin bir fikri yok. Çünkü mantıklı hiçbir açıklaması yok. Günde binlerce vatandaş çıkıyor yurtdışına. İyi rant. Ama ne oluyor bu para (Tamamen bu konuyla ilgili inanılmaz çarpıcı bir örnek vereceğim. Videodan ziyade ilk yoruma bakın: THY ve yolcularını krize sokan meteoroloji çalışanlarının itirafı ve haklı eylemleri )? İnsan sormadan edemiyor. Gözlemlediğim kadarıyla alınterimizden kesilen bu lanet paralar zengin sınıfın cebine, yol, havaalanı, köprü ve bina yapmaya, trilyonluk makam araçları almaya gidiyor.
Eğitime, araştırrmaya gitse gam yemeyeceğim.


Eğitim ve araştırma demişken, aklıma Ağrı İbrahim Çeçen İlköğretim Okulu'ndaki sınıf öğretmenimiz geldi. İlkokul 1, 2 ve 3. sınıflar olmasına rağmen hocamın adı ve anıları dün gibi aklımda. İnci Karadüz. Tarih aralığı 1997-2000 arası... Kış sabahlarında -20 -30 derecelerde otobüs
bekledikten sonra 60 kişilik sınıflara doluşur 3er 3er otururduk sıralarda. Çok sert bir kadındı. Okumayı sökemeyeceğim diye aklım çıkardı. Çünkü okumayı sökemeyen -ya da geç söken-
küçücük çocukların ellerinde tahta cetvelini kırmaktan çekinmez, sınıfın önünde arkadaşlarının kafasını tahtada dümdüz etme hakkını kendisinde görürdü. Önce kulağı kaşar gibi sündürür sonra tokat atardı, elma ağacındaki elmanızdan daha kırmızı olurdu suratınız (Sinire, tahammülsüzlüğe bakar mısınız? Eğitim sistemimiz ve eğitmenlerimiz o zaman da bomboktu şimdi de bombok. Sadece şanslı hocalara düşen, ya da şanslı bir şekilde mantıklı anne babası olan ya da kendini geliştirebilme azmi olan insanların dışında gerisi sinir hastası ve sapık oluyor güzelim memlekette sonra).
Ben de ilk dayağımı 3. sınıftayken yemiştim O'ndan. Ağrı'daki lojmandan sınıf arkadaşım ve şans eseri daha sonra Kıbrıs'tan da arkadaşım (çocukluğumun en uzun arkadaşlığı) İsmet'le öyle bitirimdik ki öyle belaydık ki çocuk aklımızla bir arkadaşı fena hırpalamıştık. Sonra kulağına gitmiş. Sınıftan
çıkardı ikimizi. Gözlüğünü çýkar, dedi. Şrank şranks! Yanaklar sımsıcak...
Fakat yiğidi öldür hakkını ver: Bize öyle bir Türkçe öğretti ki daha 2. sınıftayken hâlâ koskoca insanların ayırmayı beceremediği de/-ki ekinin ne zaman bitişik ne zaman ayrı yazılacağını dahi bilirdik. Hoca Türkçe çıkışlıydı sanırım. Nasıl bir etkisi olduysa -bu da ilk hocaların çocuklar üzerindeki etkisi olarak araştırılabilir- Türkçe ve dil derslerim diğer derslerimin 3 katı 5 katı daha
iyi oldu daha sonraki okullarımda. Sonra lisede de üniversitede de dilci olduk
gittik zaten...


Hocalar demişken, lisenin en sıkıntılı olduğu yıl olan Lise
1'de (9. sınıf - 9K) Bolu İzzet Baysal Anadolu Lisesi'nde karşımıza o
kadar şahane bir hoca çıktı ki çok şanslıydık. Zaten sevdiğim İngilizce ve
kültür olaylarına yeni ufuklar açmamı sağlamıştı Uğur Hoca. Belki de bilerek kaybedeceği iddialara girer sonra tüm sınıfa Probis ısmarlardı. Bu memleketin
ihtiyaç duyduğu hem eğitimsel, hem kültürel ve sanatsal olarak donanımlı hocaların başında
gelir kendisi bence. Sanat, doğa ve hayvan sevgisi, mizah anlayışı ve hepsini
uygulayış şekli bize gelişme dönemimizde çok şey kattı. Yıllarca İngilizce'mizi
eğlenceli bir şekilde geliştirdi. Ne şanslıydık ki haftada 10 ders alıyorduk
kendisinden. Anadolu liselerinin Anadolu lisesi olduğu zamanlardı... (Öyle bir
dedim ki sanki -değeri bilinmeyen- Köy Enstitüleri'nden ya da 20 yıl öncesinde bahsediyorum, hâlbuki 7-8 yýl önceymiş -aslında yine çok olmuş da çaktýrmayalım-:)
Hâlâ aynı okulda öğretmenlik yaptığını biliyorum. İzmir&'de birgün beraber dalabilmek umuduyla, selamlar olsun hocam.


Uğur Hoca'dan bahsederken Yalova'da hayatını kaybeden
hoca da geldi aklıma (hep hocalardan gitmeyeceğim elbette ama hayatını kaybeden
hoca hakkında okuduklarım kadarıyla donanımsal zenginliği çağrıştırdığı için
değinmeden geçemeyeceðim; ayrıca okura not: 1-2 eğitmene daha değineceğim).
YAHU BU MEMLEKETTE VALİ OLMANIN ŞARTLARI NELER? Çok mu basit olunuyor? Sınavı yok mu? Sınavı varsa çok mu kolay? Gerçi sınav olsa kaç yazar güzelim
memlekette. Sınavdan önce sorular, cevaplar havada uçuşmuş, uçuştu, uçuşuyor,
uçuşur.
Valileri kim denetler? Valinin haddine midir öğrencileri önünde hocayı kılığı kıyafeti yüzünden azarlamak? Valinin haddine midir hâlâ o koltukta oturup ölünün arkasından saygısızca açıklamalar yapıp kendini aklamaya çalışmak?
Geçenlerde biraz daha eski olan bir olayın videosuna denk geldim. Çorum ''Vali''si, konferans gibi bir şeyde konuşmaya gelen memuru kürsüye geçtiği
sırada daha konuşmasını yapmadan, kalabalığın gözü önünde azarlayarak  kürsüden
kovuyor. Bahanesi de top sakal ve kot pantolon. Memur diyor ki, biz hep arazide
çalışıyoruz; biraz daha rahatız; kusura bakmayın. Vali de utanmadan diyor ki ''Olmaz,
yakışmaz, Türk halkına saygısızlık'' YAHU LAFA BAKAR MISINIZ?
Düşünce şekline bakar mısınız? Bu adam vali olsa ne olur olmasa ne olur?
Aslında kısacık videosunu eklesem hemen ne kadar saygısız, dümdüz mantık, saçma sapan bir durum olduğunu anlayıp sinirden delireceksiniz ama şirket bilgisayarı açmıyor siteyi (Edit: Evden ekliyorum. Buyurun aşağıda).




Bu coğrafyanın ihtiyacı böyle patavatsız, düşüncesiz,
saygısız, içi bomboş valiler değil, Samsun'daki liseden (bir zamanların MPAL'i)
arkadaşım Mehmet gibi yeni hocalardır. Memleketteki spor kültürü taraftar
bazında olsun yönetici bazında olsun dünyanın en seviyesizlerinden biri olsa da
kardeşim Van'ın Saray ilçesindeki bir köyde pırıl pırıl gencecik çocuklara sadece
ikinci bir dil öğretmiyor, aynı zamanda Samsunspor sevgisiyle güzel değerler
katmanın yanı sıra belki de hayatlarında hiç görmedikleri maket uçaklarla
tanıştırma çabasında bulunuyor. Bravo hocam; devamını bekliyoruz. Ancak senin
gibi hocalar, eğitim sistemini değiştire değiştire, yıllardır oluruna bıraka
bıraka içi bomboş bir neslin yetişmesine sebep olan ''yöneticilerin'' yaptığı yanlıştan dönmekte başarılı olabilir.
Burada kendisinin bugün twitter'da (@sosubololsun. Canım Samsun dürümü çekti Memedim) paylaştığı küçük bir resimde yazanları, metnin
başındaki hayat pahalılığıyla ilgili çok somut bir örnek olduğundan dolayı aktarmadan
geçemeyeceðim: ''Bir yıl önce bugün 15.04.2014'de Dolar 1.650 TL. Bugün 2.678 TL... Geçen yıl bu günlerdeki maaşınız ile şimdiki maaşınızı ortaya koyun ve Dolar karşısında maaşınızın ne hâle geldiğini hesaplayın.
Beğenmezseniz benzin, mazot, gaz fiyatları karşısında kıyaslayın. Hatta patates
şuanda 5 Lira, maaşınızı geçen yıla oranla bir de öyle hesaplayýn.
KRİZ Mİ DEDİNİZ? Yok öyle bir şey; 'tövbe' diyin.''


Eğitim camiasından madem devam ediyoruz, son durağımız Mr. Davis. Sene 2009. Thomas Jefferson High School. Rockford, IL, ABD. Tarih dersi öğretmeniydi kendisi. Hergün 5. ders gelse de o derse girsek diye beklerdik. Ders 50 dakika falandı ve 50 dakikayı da inanılmaz verimli bir şekilde o kadar
güzel işlerdi, o kadar güzel anlatırdı ki ders ne ara bitmiş anlayamazdık. O
kadar enerjik ve kültürlüydü ki... Tüm sınıfın dikkatini muazzam şekilde
toplayabilen, sınıftaki en alâkasız kişileri dahi derse dahil eden inanılmaz
aktif bir adamdı. Siyahiydi, karizmatikti ve inanılmaz saygılıydı. Yaptığı işin
hakkını sonuna kadar veriyordu. Sonra, yılın sonuna doğru başka bir (şanslı) okula
müdür olarak atandı zaten; bizim okula çok fazlaydı. Tüm okulun çehresini değiştirip geliştireceğinden şüphem yok. Gittikten sonra bile haftada bir sınıfa video mesaj yollar,
halimizi hatrımızı sorar ve aklımıza takılan konu olup olmadığını merak ederdi.
Yabancı olduğumu bildiği için, Mr. Cetin (sitin), demişti, ilk dersten sonra; haftaya Amerika'nın
50 eyaletinin adlarını ve haritadaki yerlerini boş haritada yazacağınız bir
sınav yapacağım; iyi çalış; demişti. Rahmetli 'host dad'im Randy'nin bayağı yardımcı olmasına rağmen o sınavda sıçtıktan sonra bir ara uğrayıp
''kusura bakmayın, 1 haftada benden bu kadar'' demek için bir dersten sonra sınıfına
uğradığımda ıslık çalıp dans ederek sınıfı temizlediğini gördüm. Şarkıyı
biliyordum, Men at Work - Down Under, dedim. Şok oldu, çünkü o zamanlar doğru
düzgün İngilizce dahi konuşamıyordum fakat o eski şarkıyı bilmemden o kadar
etkilenmiş olacak ki (ya da iyi niyetinden, hâlden anlamasından) sınavı boşver
karşiiim, dedi.



*****



İş hayatı/dünyası üzerine yazmak istiyordum bayağıdır.
Sonuçta okul biter bitmez özel sektörde, tam zamanlı, ciddi bir işe gireli 2
ayı geçiyor. 2 ayda neyin gözlemi bu lan deyişik, diyecekler olabilir. Fakat
belirtmekte fayda var yıllardır AVM'de, üniversitede, kebapçıda,
çiftlikte, serbest çevirmenlikte ve yazları babamla inşaatlarda işçi olarak
çalıştığım için az çok farklı iş dallarının iş şartlarını biliyorum. Kaldı ki memleketteki
fabrikalarda/madenlerde zor şartlar altında çalışan işçilerin hâlinden de
düzenli olarak haberim var; merak etmeyin.


Günümüzde iş dünyası, yüzyıllardır süregeldiği gibi, fakat
şuan daha da acımasız olan kapitalist sistemin pençesi altında tamamen sömürü
düzenine dayalı (Hatta Katalan arkadaşım Ferran'ın demesiyle: Yüzyıllar önceki kölelik sistemi devam ediyor. Dünyanın %1'lik zengin kısmına kölelik ediyoruz fakat bu sefer birkaç hakkımız var işte o kadar). Yani en basit tabirle az para, çok iş mantığına dayalı. Milletin
sınıf bilinçsiz bir şekilde birbirinin arkasından konuşma, birbirinin ayağını
kaydırma düzenine dayalı. Bu herkesin bildiği bir gerçek tabii ki. Ben daha çok -özellikle ofiste- çalışmanın ne kadar rutin ve insanın kendisine, hayatına vakit bırakmadığına
değinmek istiyorum. Haftada 6 gün çalışıyorsanız ve yorucu olduğundan dolayı da
o 1 gün bir şeyler yapmayı canınız istemiyorsa, yani sistemin yeni kurbanı sizseniz;
hoşgeldiniz. Hele de 24 saat açık olan (hatta bazen 24 saat durmadan
çalıştığınız), vardiyanın döndüğü bir yerse, yani geceniz gündüzünüz yoksa geçmiş
olsun :) Gerçi ne kadar ağır işte çalışmışsam hiç etkilemiyor artık. Hem ekmek
aslanýn a... Şaka bir yana, bu da bir tecrübe işte diyip kendimizi geliştirecek
şeyleri kapmaya çalışacağız. Neyse ki uluslararası bir şirket olması ve
arkaplaný farklı ve renkli çalışanlardan oluşması nedeniyle ileride güzel
dostlukların kapısını aralayabilir burası.


Fakat her ne kadar yapmayacak olsam da bir insanın 20-30 yıl
bu tip bir işi yaptığını/yapmak zorunda olduğunu düþünmek beni bitiriyor. O
insanın ne yaşama sevinci kalır, ne ruhu, ne kendini geliştirme fırsatı, ne
gezmeye vakti... Ne kadar acı.
Okulu o kadar özlüyorum ki... Keşke bitirmeseydim.
Vermeseydim o son Rusçayı... Şaka bir yana, diyemeyeceðim; çünkü bazen ciddi
ciddi iç geçiriyorum bu şekilde. Neyse, belki yüksek lisans falan kasarım sonra
yalandan. Tamam, işin tabii ki ekonomik yönü de var, ki belli bir yaştan ve
çağdan sonra iş ve gelecek planları tamamen bu lanet ekonomi olgusuna kayıyor.
Tamam, çalışıyorum; kazanıyorum; ama gidiyor. İnsan gerçekten kazandığı kadar
harcıyor, hatta öyle bir dönemdeyiz ki çoğu insan kazandığından fazla harcıyor
ve sermaye kazanıyor, legal hırsızlar olan bankalar kazanıyor. Lanet bankalar!


Para ve harcama konusuna gelmişken, yazının başında
bahsedeceğim dediğim seyahat konusuna değineyim kısaca. Öğrenciliğim ailemin
desteğine ve o kadar çalışmama rağmen finansal olarak sıkıntılı geçmişse
birinci sorumlusu bize dünyanın kazığını atan kendini çok iyi bilen yüzsüz ''akrabalar''dır.
İkinci sorumlusu ise havayolu şirketleridir. Bu ikisini birleştirip her
yurtdışına çıktığımda kuduran ''akrabalar'' artık
rahatlayabilir. Çünkü artık çatır çatır kazanıp gidiyorum...
Aslında hâlâ hiç de öyle olmuyor. Çünkü bu havayolu şirketleri ve dünyayı görme & öğrenme
sevdamdan dolayı elde avuçta bir þey kalmıyor. Pişman da değilim. Fakat imrenen
arkadaşlara şunu söylemek isterim. Evet, siz de yapabilirsiniz fakat giydiğiniz
ayakkabı/kıyafet yıllarca değişmez, eve dönünce dışarı (içmeye vs.) çok
çıkamazsınız, bisiklet/motor gibi almak istediğiniz şeyleri ertelemek zorunda
kalırsınız (sonuçta 900 Lira veriyorsun, 300 Euro alıyorsun) AMA HEPSİNE DEĞER.
Tamam, havayolları şirketlerinin, havaalanlarının,
uçakların, kabin ekiplerinin vs. kurdu olduk ama gerçekten pahalı. Yok ki
RyanAir'imiz dolmuş gibi binelim gidelim. Ben neden 1200lerde doğmadım...
Marco Polo'ya ''avcunu yala lan Kâmil'' derdim. Evliya Çelebi'nin yoldaşı olurdum...

Bu arada, Istanbul'da 2. el motosikletin ciyerinden anlayabilecek bir okuyucu ya da tanıdığı olan varsa bana nasıl ulaşacağınızı biliyorsunuz kekeler :)


Film: Water Diviner. Son zamanlarda izlediğim en başarılı filmlerden biri. Russell Crowe bir başyapıt yaratmış. Filmin Yeni Zelandalı yönetmeni ve Avustralyalı oyuncusu olarak cesurca özeleştirin kitabını yazmış, o zamanlar memleketi işgal edenleri itin götüne sokmuş. Günümüzde nadir görülen hareketler bunlar.
Avustralyalı ve Yeni Zelandalılar için Gelibolu'nun çok önemli olduğunu biliyordum ve bu
konuda Batı taraflısı filme çok rastlamıştık. Fakat dediğim gibi, Crowe olayı diğer tarafta
olmasına rağmen bizim tarafımızdan ele almış daha çok (Bkz: ''İnsan
gerçekten hayret ediyor'';). Burada Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan'ın
payının büyük olduğunu ve hakkını teslim etmek gerektiğini düşünüyor ve tebrik ediyorum. Oyunculukları şahane. Mutlaka (orijinal dilinde) izlemenizi tavsiye ediyorum (bizimkiler zaten daha çok Türkçe konuşuyor).
Ayrıca filmi son 3 günde 2 defa izleyen bir filmsever olarak Türkiye'de nasıl yankı uyandırmadı onu da çok merak ediyorum. Değişik hareket...


*****



Bakkal Karabet'in ışıkları yanmış
Affetmedi bu Ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini
Fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin
Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına
Nazım Hikmet (1951)


Konuyu, araya kendinize sormanızı ve üstüne düşünmenizi istediğim birkaç soruyu da
sıkıştırarak tekrar biraz ciddileştireceğim: Ne zamandan beri 18 Mart Şehitleri Anma Günü, 24-25 Nisan'da Ermeni Soykırımı'nın yıldönümünde anılıyor/kutlanıyor? Ne zamandan beri devletin başı bu zamanlamayla beraber seçim propogandası gibi bir reklam çekiyor bu konuyla ilgili? Bu toprakların, özünde merhametli halkı neden 1915 döneminindeki hükümetin yaptığıyla yüzleşmekten kaçınıyor,
korkuyor veya dile getirenlere düşman/vatanhaini gözüyle bakıyor? Neden ölü sayısı yarıştırıyor? Bilimsel veriler/araştırmalar gerçekten bir şey ifade etmiyor mu? Yoksa sadece tek taraflı mı okuma
yapıyorsunuz? Neden çoğunluk okumadan, araştırrmadan kulaktan dolma yıllardır
dayatılan içi boş bilgileri sayıklayıp duruyor? Ne oldu buralarda ortaya çıkmış olan ''yiğidi
öldür hakkını ver'' deyimine? Yiğidi öldür hakkını da verme olarak mı değişti(rildi)?


Gelelim seçimlere. Memleketin özellikle dış politikası ve
komşuları barut fıçısı gibiyken, ekonomi tir tir titriyorken, Nisan'da bu kadar olay olmuşken, Mayıs'ta neler olacağını tahmin edebiliyor musunuz? 1 Mayıs'taki polis zulmünü tahmin edebilmek için medyum olmaya gerek yok
Peki ya sonrası? Durun ve izleyin; fakat ana akım medyaya şüpheyle yaklaşarak,
her okuduðunuza olduğu gibi inanmayarak iyi analiz edin.
Bu arada, HDP'ye oy vereceklere PKKlı gözüyle bakmaktan ne zaman vazgeçilecek? Barajı geçtiğinde dengeleri değiştirecek olmasına rağmen...
(Ayrıca, Istanbul'daki arkadaşları, 1 Mayıs'ta işçi havzası Tuzla'ya beklerim).


Dünyaya geleli 23.5 yıl olmuş; görecek o kadar çok yer,
tanışıp kucaklaşacak o kadar çok kültür, öğrenilecek o kadar çok şey var ki...
Ve öyle bir yaştayız ki, akranlarımın da çok iyi bildiği üzere, hayata dair kararlar verme
aşamasındayız. Kendimizi tanıma, bulma ve yolumuzu çizme zamanı. Kimin için kaç
yıl daha gerekli o da belli değil. Herkes için farklı bir dönem. Gelecek
kararları alma ya da almama çağı. İstemediğin bir işte ve yerde ruhunu bitire
bitire yıllarca köle gibi çalışacağın bir hayat, ya da risk alarak istediğin
(bildiğin bir şey ya da hâlâ aramakta olduğun bir şey uğruna) yola doğru
gitmek... Hepinize bol şans diliyorum.


Paragraf paragraf, daldan dala atlaya atlaya değindiğim
konuları ayrı ayrı kendi içlerinde daha derin ve uzun uzun yazmak isterdim
fakat inanın çalışmaktan, okumaktan, düşünmekten ya da izlemekten vaktim olmuyor.
Şu an 24 saatlik vardiyamın sonlarına doğru Pazar'ı Pazartesi'ye bağlayan saat diliminin verdiği boşlukla yazıyorum bunları; çok birikmişti.
Metnin başında bahsettiğim kitaplardan en azından birkaçını
okuduktan sonra tekrar yazarım buralara bir şeyler diye düşünüyorum çünkü o
kitapların üslubumda bir şeyler değiştireceğini seziyorum; hem canınızı yine
sıkma şansım olur hem de karşılaştırma fırsatımız olur qeqeler.


Sevgiyle kalın.
Serhat

27.04.2015
05:07 - Kurtköy

23 Şubat 2015 Pazartesi

Bisiklet özgürlüktür

Merhaba arkadaşlar,

İçinde dağın, bayırın, kedinin, (biri saldırsa da) köpeğin, ineklerin, tavuğun, gölün, sahilin, kısacası doğanın olduğu 6 dakikalık küçük bir bisiklet videosu yaptım. Umarım doğayla olan bağınızı artırır.



İçinizde çıkıp bisiklet sürme isteği uyandırdıysa ne mutlu bana.

Diğer videolar için bakınız: Vimeo veya Youtube 

Bu arada, yakında, vakit buldukça, Avustralya fotoğrafları ve videolarını da eklemeye çalışacağım (Bkz: İnş cnm yha).

Hoop ordayım.

29 Ocak 2015 Perşembe

Bu Böyle Bilinsin

Karar verildi...

Tarihe not düşülmesi için yazıyorum. 

Ben, Serhat Can Çetin, şuanda Istanbul'daysam ve iş arıyorsam, içinde bulunduğumuz bu iğrenç düzen yüzünden en verimli olabileceğim çağımda bir işe girip bir süre para biriktirmem gerekiyorsa; bunların hepsi ne kariyer, ne ev, ne araba, ne de yatırım içindir. 

Bu eziyetin hepsi tüm dünyayı bisikletle veya motorla veya her ikisiyle kafama göre gezip görmek, keşfetmek istediğim içindir.

Benim özgürlüğüm, heyecanım ve sevincim doğadadır, yollardadır. 

Bitmek bilmeyen yollarda, sonu gözükmeyen dağlarda.

Serhat