Bu Blogda Ara

18 Aralık 2014 Perşembe

Avustralya 'Survivor' Macerası 2 (ve son)

Öncelikle, bu satırların İtalya'dan yazıldığını belirtmekte fayda var. Ne, ne zaman, nasıl sorularının yanıtlarından önce yazının birinci kısmına eklemeyi unuttuğum bölümlere en başta burada hemen kısaca değinip kaldığımız yerden devam edeceğim.


  • Trafik
Trafiğin soldan akmasından dolayı ilk günler karşıdan karşıya geçerken ezilme tehlikesi atlatma riskiniz çok yüksek. Ayrıca insan bir yerden sonra ters/yanlış yöne bakmaktan gerçekten sıkılıyor. Ne de olsa ömür boyunca hep önce sola sonra sağa bakmadık mı... Bir de yanlış yöne bakınca sürücüyü zor durumda bırakıyorsunuz. Adamla/Kadınla bir göz göze geleyim de bi özür diliyim falan derken yine yanlış koltuğa bakınca çıldırasınız geliyor!

Ayrıca, yaya geçitlerindeki aletlerin sesi gerçekten çok ilginç. Bence, videoda çok belli olmasa da, insanın kulakları yanından geçerken bayram ediyor. 



  • Sinema
Ülkenin Türkiye'den zaten 8 saat ileri olması yetmezmiş gibi bir de filmi gece yarısını 1 dakika geçe koyup ilk gösterim mantığının iyice bokunu çıkarıyorlar. Şöyle ki: Film Cuma günü gösterime girecek diyelim. Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan gece 00:01'e gösterim koyuyorlar. Biz de, Avustralya'da kaç kez sinemaya gidicez olm, diyip vasatın da altında bir filme gitme hatasında bulunduk. Hadi film kötü, neyse. Ortam da paso liseli kaynıyor. Ortalık ana baba günü. 45 dakika kadar ayakta sırada bekledik. Ayrıca film gece 2-3 gibi bittiği için uyku da bastırıyor. Yani pek akıl kârı bir olay değil anlayacağınız. Ertesi gün, gün içerisinde bomboş olduğundan eminim.

--------------------------------

Aklımda aslında bir iki şey daha vardı ama bundan sonrası için o kadar çok şey var ki sırada, onları unutmamak için kaldığımız yerden, çiftlik macerasından devam ediyorum:

  • Çiftlik (devam ve son)
İlk yazıyı yazdıktan tam 4 gün sonra, çiftlikteki 14. günümüz olan 7 Aralık Pazar günü sabahki rutin işleri bitirmiş kahvaltımızı ediyorduk. Saat 10 gibi 47 yaşındaki Ashley itoğlu, hadi bakalım bugün de yeni bir şeyler yaptıralım size, dedi. Sonra 20 dönümlük bir arazide, kavurucu güneşin altında bizi elimizde kovalarla bırakıp, saat 12:30'a kadar taş toplayacaksınız, dedi. Neymiş efendim, saman yapılırken biçer döverin bıçaklarına çok zarar veriyormuş bu taşlar. Elisa da ben de şok olmuş bir şekilde kendimizi, köleliği, hayatı sorgulaya sorgulaya öğlene kadar yaptık bu işi. Bırakın yere kadar eğilip kalkmayı, o güneşin altında sadece oturmak bile bir eziyet. Öğle yemeğinde eve geçtik. Beynimiz akmış, götümüz çıkmış, zor nefes alıyoruz. Saat 1'de, hadi tekrar işinizin başına, dedi yavşak piç. Bu sefer 4'e kadar yapacakmışız. Ben bu lavuğu kendisinin makineyle yapması gerektiği bu işi bize yaptırıyor zannedip, o gün pazarda tavuk, ördek vs. asıl patron orospu Beck'i ev telefonundan aradım teyit ettirmek için. Sanki daha önceden bu işi bize söylemişler, kölelik sisteminin hâlâ devam ettiğinden haberimiz varmış gibi, evet, ben söyledim, isterseniz yapmayın; beni bunun için mi aradın, dedi. Tamam, dedim kapattım. 
Araziye geri döndük ve oradaki tek büyük ağacın altındaki dallara oturup işi yapmama ve ertesi gün ayrılma kararı aldık Elisa'yla. Derken, saat 3 gibi Ashley geldi. Napıyorsunuz olm siz, o üstünde oturduğunuz dallar var ya, dedi; sana girsin, diycek sandım. Yağmurda fırtınada kırılıyor, güneşin altında da kavrulup çatlayıp yere düşüyor, dedi. Ben de bu koca koca dalları niye kesip atıp bırakmışlar ki bu kodumun salakları diyordum kendi kendime... Tamam, hadi eve gelin, dedi.

Gittik. Eşyalarınızı toplayıp gidebilirsiniz, dedi. EŞYALARINIZI TOPLAYIP GİDEBİLİRSİNİZ... Olayın şoku ve taş toplama rezaletinin verdiği öfkeyle beraber, iyi lan, dedim. Ertesi gün paşa paşa gidicektik zaten. Ama orospu çocuğu mutfaktan poşet alıp çamaşır makinesinde yıkanan ıslak çamaşırlarımızı göstererek çabuk olmamızı söyledi. Dur bir kurusaydı falan derken tren saatlerine baktım hemen. Bir sonraki tren ertesi gün, Pazartesi sabah 6'daydı. Biz daha Pazar öğlen 3'teydik. Tren yok mren yok falan dedik ama hiç oralı olmadı orospu çocuğu. Barcelona ve Paris havaalanlarında sabahlama tecrübemiz var diye, iyi lan götür bizi istasyona orada uyuruz, dedik. Aynı havayı solumaya tahammül dahi edemiyorduk artık. Çünkü 2 hafta boyunca en ufak bir tatsızlık yaşanmamıştı, denilen her şeyi yapmıştık. En ufak bir uyarı dahi almamıştık. İşimizi tam ve zamanında yapıyorduk. Birden, hiçbir sebep gösterilmeksizin bu şekilde kovulmak kanımıza dokunmuştu. Hem de biz bavulları toplarken Beck orospusu eve gelmiş ama kendisini odasına kapatmış, yüzümüzü dahi görmek istemiyordu. Kendisinde konuşma cesareti bulamadı galiba kaltak. Paramızı Ashley pezevengiyle göndermişti, ki bu para Avustralya standartlarında, hem de haftanın her günü yaptığımız işe karşılık hiçbir şeydi. O anki çaresizlik durumu, ertesi gün nerede kalacağız durumu olmasaydı o parayı Ashley lavuğunun suratına vuracaktım ama birazdan da anlayacağınız üzere iyi ki de vurmamışım.
Bu Ashley piç kurusu 47 yaşında, ailesi, eşi dostu olmayan, haftanın her günü sabahın köründe çiftliğe gelip, akşam yemeği bittikten sonra uyuya kalana kadar yemek masasında oturan, hayatı olmayan, Beck'in adeta köpekliğini yapan bir yavşak kendisi.
Bu da 96 model Toyota Land Cruiser'ının içinin fotoğrafı:

Islak kıyafetlerimizi poşetlere koyarken şöyle bir keyfe geldi, eğlendi, güldü orospu çocuğu. Orada tam sağ gözünün üstüne sert bir yumruk vurasım geldi ama en yakın kasaba merkezinden 1.5 saat uzakta olduğumuz için en azından istasyona kadar kendimizi atalım düşüncesiyle vurmadım. Kaldı ki orada büyük bir mevzu çıksa, bu puştlar bizi alsa bağlasa ne biliyim öldürüp gömse hiçkimse 225 dönümlük arazide izimizi bulamaz valla. Aklımdan bunların hepsi saniyeler bazında geçiverdi. Sonra dedim ki ulan arabada patlatiyim bi tane bunun o oklava suratına, ya da ana bacı dümdüz gidiyim dedim; sonra hiç bilmediğimiz ıssız bir yerde kalırız, telefon da çekmiyor, kangurular dingolar yer bizi dedim.
Neyse, arabada gidiyorken, bari sebebini söyle, ne yaptık, dedim. Taşları toplamadınız, bizim kuralımız bu, işi yapmayanı kovuyoruz, dedi. Beynime kan sıçradı yine. ULAN MADEM ÖYLE NİYE DAHA ÖNCE BU KURALI SÖYLEMEDİNİZ YAVUŞAK?! Söyleseydiniz biz o gün idareten o işi yapar ertesi gün paşa paşa kendimiz zaten istifa ederdik, GÖT! Sizin uyduracağınız kuralı da bahaneyi de sikeyim, dedim (içimden). İnsan 1-2 gün önceden haber verir, şimdi ne gidip kalacak bir yerimiz, ne bir planımız var, dedim. Haklısın, kusura bakma, dedi; ama hâlâ istasyona doğru gidiyoruz bu arada. İstasyon kasabadan izole bir yerde, ormanın içinde bir yerde olduğu için gitmeden yiyecek bir şeyler alın bari diyip vicdana geldi götveren. Biz de Dominostan tanesi 4.99 Dolara 2 pizza aldık. Bizde 30 Lira'ya falan satılan bildiğin orta boy Dominos pizzası. Nasıl 5 Dolar, nasıl kâr ediyorlar anlamış değilim.

Ellerimizde, omuzlarımızda, sırtımızda, göbeğimizde, her yerimizde çantalar bavullar varken bir de iki kutu pizza elimizde istasyona vardık. Tam yükümüzü indirdik derin bir nefes aldık ki istasyon görevlisi tombik bir amca, burada kalamazsınız, istasyon alanını komple kapatıyoruz, kasaba merkezine gidin otobüsle, yarın sabah gelirsiniz, dedi ya la. Gözlerimiz Eşli pezevengini aradı ama çoktan toz olmuştu itoğlu it. Otobüsle Gympie denen kasabaya geri gittik.

  • Gympie ve sokakta kalma
Saat akşam 7'de 12.000 nüfuslu, kovboy kasabasının merkezinde bulduk kendimizi. Hava kararmaya, etraf ıssızlaşmaya başlamıştı. Biz 8-9 saat geçmiştir derken saate baktığımda saatin daha 10 olduğunu gördüm. Sarhoşlar ve serseriler tek tek sokaklara damlamaya başlamıştı. Biz etrafımızda bavullar, çantalar bir bankta, çok bitkin ve yabancı görünüşümüzle ideal bir av gibiydik. Arabayla önümüzden geçenler tip tip bakıyor, ''Merry Christmas'' diyor, eliyle 'okey' işareti yapıyordu. Derken hemen önümüzdeki trafik levhasına sarhoşun biri arabasıyla çıktı ve spin attı. Az kalsın üstümüze çıkacaktı denyo. 
Sonra yerimizi değiştirip daha kuytu bir yere geçtik. Burada da akli dengesi yerinde olmayan biri (tam bir balici/tinerci tipi vardı) bayağı darladı bizi. En son, sırt çantamdaki küçük alet takımından bıçağı çıkartıp parlattım da uzadı pezevenk. Sarhoşlardan hiç rahatsız olmamama rağmen bir kaç defa 3-4 kişilik grup yavşak yavşak hareketlerde bulununca yalan yok ben de biraz tırstım. Elisa'nın hâlini siz düşünün... Bu yüzden gece yarısı telefonda sorup soruşturup bir otel bulup sabah 5'e kadar, sadece 5 saatliğine yahu, 100 Doları bayıldık! Ama ne uyumuşuz... Sonra yaklaşık 3 saatlik tren yolculuğumuz başladı. İstikamet Brisbane.

  • Tekrar Brisbane, tekrar backpackers
Dönüp dolaşıp tekrar Brisbane'a geldik. Yine kovulduk ama bu sefer 1 hafta değil 2 hafta çalıştık. Gözle görülür, %100 artış. Kolay değil... Günlerden Pazartesi. Bavulları şehirdeki eski evimizde yerimize geçen İtalyan çifte bıraktık. Sonra Avustralya macerasının en başlarında kaldığımız 2. backpackers olan Banana Benders Backpackers'a yerleştik. Hem de oda numaramız 19 (https://www.youtube.com/watch?v=tFtfbS879iE).
Bu da odanın bir resmi. En azından bir dolap gibi bir şeyimiz vardı bu sefer:

Derken ilk günden bavulların kaybolmasından tutun da sim karttan priz girişine kadar yakamızı bırakmak bilmeyen şanssızlıklar silsilesi internete en ihtiyacımız olduğu anda yine bizimle beraberdi. Akşamüstü saat 6'da bitkin bir şekilde odamıza yerleşmiş tekrardan iş, ev veya en azından seyahat ve uçak bileti planları yapalım, günlük 5 Dolar parasını verip internet alalım dedik. Ama pansiyonun internet sisteminin 16 kişilik limiti dolmuş, sabah 9:30'da sıfırlanıyormuş (sıfırlayalım mı bbcm, dedim ben de elemana. Bu arada 1. yılı kutlu olsun). İşte sabaha kadar, internete en ihtiyacımız olan anda boş boş, kafamızda milyon tane deli soruyla öyle kala kaldık...
Bu arada Brisbane'a ait bir merkezinden bir de Mt. Cootha'dan kuşbakışı fotoğrafı koyayım buraya. İkinci fotoğrafta göreceğiniz küçük gökdelenler kümesi kaldığımız yer olan şehrin merkezi.





  • Bilet alma süreci
Dünyanın parasını verip bilet alacakken bile bir insanın işi ters gider mi yahu... Biraz biriktirdiğimiz parayla Sydney, Melbourne ve Whitsunday Islands'a gitme planları yapıyorduk. Uçak biletleri anasının nikâhıydı. Biz de araba kiralayalım dedik. Bunların hepsinin geri dönüş biletlerimizi riske atacağına karar verdik. Sonra Salı günü, Şubat'ta bir sınav için Türkiye'de olmam gerektiğini, Noel'in geliyor olmasını ve içinde bulunduğumuz durumu da göz önünde bulundurup geri dönüş biletlerine bakalım dedik. Nedense ertesi gün (Çarşamba) biletleri, daha sonraki tarihlerden daha ucuzdu (daha ucuz dediğim kişi başı tek yön 1400$). 
İyi lan, dedik, yettiyse yetti. Sikerim bunca adaletsizliği de şanssızlığı da, diyip biletleri almaya karar verdik. Film buradan sonra iyice koptu...
Hiçbirimizin kredi kartında 3000 Dolarlık limit olmadığı için biletleri ayrı ayrı alalım dedik. Ben bileti 1400 Dolara Virgin Australia'dan aldığımda 6 koltuk daha var diyordu. Bu işlemden hemen 1 dakika sonra Elisa'ya bileti alacağımız sırada aynı bilet 2000 Dolar olmuştu. Battı balık yan gider hesabı, Elisa, alıcam ben bunu, dedi. Fakat daha önce kullanma gereksinimi duymadığı kart, kredi kartı değil, banka kartıydı... 
İyi, dedik, banka kartından parayı çeker kredi kartına atarız. Bu sefer de banka kartı günlük para çekme limitinden dolayı ihtiyacımız olan miktarı vermiyor. Gel de delirme! Denemediğimiz ATM, girip çıkmadığımız banka kalmadı ve banka saat 4'te kapandı. Hiçkimse yardımcı olamadı. İtalya'daki banka çalışanlar aradaki saat farkından dolayı biz burada can çekişirken 80. rüyasını görüyordu belki de...
Eski evimize geçen İtalyan çifte yardımcı olan gönüllü bir doktor teyze vardı, İtalyan. O'nu arayalım, o bize yardımcı olur. Elimizde ne var ne yok veririz, o kendi kredi kartıyla alır, gerisini İtalya'ya dönünce göndeririz dedik. Ben bir düşüneyim, dedi kapattı telefonu. Bu telefon görüşmesinden sonra o ATM senin bu ATM benim gidip gelirken Elisa'nın telefonu kaşla göz arasında kayboldu. BİR BU EKSİKTİ! Son bir iki saatte nasıl bir cehennem yaşıyoruz belli değil... Bir yandan Elisa'ya ya aynı gün daha fazla aktarmalı daha ucuz bir uçuş buluruz diye düşünüyoruz ya da birkaç gün bekler, banka işlemlerini halleder öyle gelir diye düşünüyoruz ama düşüncesi bile insanı mahvediyor; bir yandan da telefonu arıyoruz.
En son belediye meclisi gibi bir binanın önündeki bankta otururken hatırlıyoruz telefonu kullandığımızı. Güvenlikleri delip binaya bir hışımla giriyorum ve beş dakika önce telefonumuz muhtemelen şu bankta kayboldu; sizin güvenlik kameraları orayı görüyor, bir kontrol edebilir miyiz diye yalvarırken teyze masanın çekmecesinden BU MU diyip bizi bayağı şaşırtıp sevindirmişti. Şehrin en işlek meydanında telefonun kaybolup gitmemesi (daha doğrusu çalınmaması) gerçekten ülke ve millet hakkında bir fikir vermiş oldu
(Bu olaylar Salı günü öğleden sonra 2'de, ertesi gün sabah 11'deki uçuşa bilet almak için gerçekleşiyor).
Daha sonra sokakta çaresiz çaresiz seyahat acentelerinin önünde akıl danışıp yürürken, öylesine şu fiyatları bir kez daha kontrol edeyim dedim. Aslen Etihad Havayolları'nın gerçekleştirdiği bu uçuş kendi sitelerinde 1450 Dolar'a gerilemişti. Virgin Australia aynı uçuş için 2000 Dolar çektiği için birkaç saattir bütün bu kabus saatleri yaşıyorduk. Allah belanı versin Virgin Australia (uçaklarının, yolcularının, çalışanlarını değil de hisselerinin falan)!
Bu miktara yanımızdaki para nakit olarak yetiyordu. Hemen bir seyahat acentasına girip durumu anlatıp yardımcı olmalarını istedik. Şaşırtıcı bir şekilde hiçbir ek ücret talep etmeden bileti aldılar. Kabus dolu saatler sona ermişti artık ve Avustralya macerası resmen sona ermek üzereydi...

  • Uçuşlar ve Havaalanları
Etihad Havayolları tarafından gerçekleştirilen Singapore >> Abu Dhabi >> Milan güzergâhlı 3 uçuşluk uzun seyahatimizin biletleri binbir takladan sonra hazırdı (Bu havayolu şirketi ve havaalanları hakkında tek tek birkaç detay vereceğim; işinize yarar diye umuyorum).
İlk yazıda belirttiğim havaalanına giden abes tren ücretini bu sefer Avustralya devletine soktuk. Binlerce Dolar uçak biletine bayıldıktan sonra kıçı kırık bir trene 20-30 Dolar veren top olsun, diyip kartlarımıza para atmadık. Çünkü ilk günkü tecrübemizden dolayı güvenlik olmadığını ve kartların eksiye inme özelliği olduğunu biliyoruz. Bir daha kim kullanacak gocard'ını diyip karttaki bakiyeyi eksi 20lere dayadık (keşke akbilde, samkartta falan da böyle olsa. Millet 'fazla akbili olan var mı' diye dilenmekten kurtulur. Türksel'in kontörlüsünde böyle bir uygulama mevcuttu galiba. Mis gibi, tekrar para attığında o paradan düşüyor ve kısa süreli büyük maduriyetin önüne geçilmiş oluyor. Istanbul'un bu kanayan yarasını durdurmak için buradan yetkililere seslenmeyi kendime bir görev bilirim).
Havaalanında artık şansımız dönmeye başlamıştı: Kelepir fiyata, bir alana bir bedava hesabı tam da ihtiyacımız varken iki güzel bavul bulduk. Şehirde sormadığım yer kalmamasına rağmen ve kalıcı bir adresimiz olmadığı için internetten alamadığım kamerayı tam uçağa binecekken duti fıri'den yapıştırdım. Kaçar mı amuğa! Istanbul'da öğrenciyken ekonominin (ya da mezarcılığın, ölücülüğün) kitabını yazmışız... Ama bunlardan daha da önemlisi çekin sırasında milletin tek tek sıfır tavizle fazla bagaj yüküne altın parası dökülmesiydi. Kişi başı 30 kilo hakkınız var -ki bence bu denli uzun bir yolculuk için inanılmaz az bir limit- ve 30 kilodan sonrası kilo başına 70 Dolar! Benim kendine hayrı olmayan neredeyse 10 yıllık bavulum zaten daha Türkiye'den ayrılırken 32 kiloydu... Bir de alınan birkaç şey ve yeni bavul eklenince o uzun çekin sırasında dünyanın başlangıcından, hayatın anlamına birçok şeyi sorguladım.
Neyse ki denk geldiğimiz arkadaşın bilgisayar sistemi çöktü, yavaşladı falan derken o sırada Avustralya'dan, Türkiye'den, İtalya'dan, iş hayatından falan muhabbet ettik biraz. Biletleri ayrı zamanlarda, ayrı yerlerden aldığımız için ve uçak tıka basa dolu olduğu için Elisa'yla yan yana oturabilmemiz için neredeyse 45 dakika uğraştılar. Bu sırada muhabbet iyice ilerleyince bavullarımızın fazla kilosunu görmezlikten geldi. En son biletleri aldık tam gidicez, sırt çantama takıldı eleman. Çanta ağır değil, değil mi, diye sordu. Yok canım, içi hep ayakkabı. Olsun biz yine de bir tartalım... Ecel terleri dökmeye başladım çünkü sırt çantasının limitinin 7 kilo olduğunu biliyorum ve çantanın da ağzına kadar tuğla gibi kitaplarla dolu olduğunu ve bir ev dahi örülebileceğini bildiğimden içindeki tüm ıvır zıvırları, eşek ölüsü laptopu, şarj aletlerini vs çıkarmama rağmen 15 kilo çekti. Elemanla kanka (sana puanım 9) olmuştuk artık. Adı da Devin hatta. Hadi beni siktiredin de, aşağıda yine tartıyorlar, geri gönderebilirler; cebinize falan atın bazı şeyleri, dedi. Harbi çocuktu bu Devin; hâlimizden anlamıştı.
Neyse, aşağıda sırt çantalarını tartan eleman (bu da nasıl bir sistemse, ilk defa görüyorum) beni çantayla cebelleşip boşaltırken görmüş olacak ki, elimizdeki onca kitaba da bakıp, tamam, geçin arkadaşlar, dedi.
Burası da iyi güzel. Avustralya son kazığını kıyafet/çanta taramada attı. Onlarca insanla sıradayız, Xray cihazından geçicez mis gibi; polis kadın yanıma geldi bir hışımla, eşyalarını bana ver sen şöyle geç, dedi... Milletin dikizlemeleri arasında daha ne olduğunu anlayamadan kendimi MR cihazının dik şekli gibi bir kapsülün içinde ellerimi kaldırırken buldum. Hayırdır, sakaldan dolayı mı, dedim. Yok yok, bugünün şanslısı sensin, sıra sendeydi, dedi sürtük yalandan. Yersen. Pasaport kontrolünden geçtikten sonra arkama dönüp bakayım dedim aynı kapsülün içinde ayrımcılığa maruz kalmış, milletin korkunç bakışları altında başka bir sakallı arkadaş... Ulan sanki sakalımızın arasından makineli tüfekler, RPGler çıkacak!

Diğer havaalanlarına sırasıyla girmeden Etihad Havayolları hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Bu firmayı Birleşik Arap Emirlikleri'nin THY'si gibi düşünebilirsiniz. Atatürk Havalimanı THY için neyse, Abu Dhabi de Etihad için o. THY'yi okyanus ötesi uzun mesafeden tutun da Avrupa'da ve yurtiçinde kısa mesafede kullanmış birisi olarak Etihad'ın THY'ye bin bastığını söyleyebilirim. Çalışanların (host ve hosteslerin) hepsi inanılmaz nazik ve güleryüzlü. En arıza adamlarla bile o kadar sabırlı ilgileniyorlar ki şaşırdım kaldım. 3 defa kulladığımız A330'ların koltukları ve multimedya sistemleri gerçekten çok ileri teknolojiyle donatılmıştı. Filmin, belgeselin haddi hesabı yok. Uçakiçi internet (gerçi paralı olsa da) ve şarj üniteleri de bonus. Yemeklerin kalitesi, sıcaklığı ve sunuş şekli THY'yi aratmadı. Uçakta en garibime giden şey olan, her kalkıştan önce tüm ekranlarda okunan ve apollölerde duyulan kaza duasına rağmen içki çeşitliliği gayet boldu. Ben bismillah amin derken Avustralyalı ve Avrupalılar'ın rahatsızlıkları, şaşkınlıkları yüzlerinden okunuyordu. Abu Dhabi'de 9 saatlik bir bekleyişimiz olduğu için tanesi 32 Dirhem yerine geçen 2 de yemek fişi/bileti verdiler. Herhangibir fast food yerinden doyurucu bir menü almanıza yetiyor.





Singapore Havaalanı'nda yaklaşık sadece 2 saat kalmış olsak da gezip gördüğümüz kadarıyla havaalının kapalı alanını açık alan gibi birbirinden güzel küçük şelalelerle, parklarla, bitkilerle; banyo, sinema, oyun salonu gibi aktivite yerleriyle döşemişler. Sessizlik, sakinlik ve şenzlong gibi koltuklar çok ideal bir transfer merkezi yapmış burayı. Ücretsiz internet ve şehir turu da cabasıydı. Burada da güvenlik kontrolünden geçerken pasaportta vize olmaması sıkıntı olacaktı yine ama izah edince hemen anlıyorlar (Bkz: Yeşil pasaportta vizeye gerek yok; o yemezse Avustralya elektronik vize sistemi kullanıyor). Xray'den geçerken montumun ve çantamın kamuflaj renklerinin Singapur ordusuyla aynı olduğunu söyledi görevliler. Ooo façan yansın karşiiim, diye de eklediler.




Abu Dhabi havaalanında gece yarısından sabah 9'a kadar beklemek zorunda kaldığımız için birçok gözlem yapma fırsatım oldu. Sonuçta Arapları ilk defa bu kadar yakından inceleyecektim. Havaalanı oldukça büyük, temiz ve moderndi. Adamlar gerçekten lüks ve alışveriş manyağı. Onlarca rivayet duymuştum ama bir de yerinde görünce nasıl bir para var hâlâ anlamadım. Her yer dünyaca ünlü lüks mağazalarla dolu. Tüm mağazalar vs. en pahalı markaların en abidik gubidik modelleriyle dolu. Güvenlik haricinde çalışanlar genelde Bangladeş, Filipin gibi Asya ülkelerinden. Güvenlik demişken, kıyafetleri yerel beyaz giysi (adını tam olarak bilmiyorum), ve adamlar o kadar rahat ki... Öyle bir ironinin ortasına düştüm ki bu sefer güvenlikler (cahil Batılıların gözündeki) terörist gibiydi. Dünya tersine dönmüştü. Çantalar, kıyafetler falan umurlarında değildi; öylesine formaliteden makineden geçer gibiydik. Ayrıca Amerika yolcuları için ABD'nin kendi polisleriyle dolu, resmi kontrol merkezinin olması ülkenin nasıl bir himâye altında olduğunu açıkça gösteriyordu.




Burada canımı sıkan bir olayla karşılaştım. Artık, klasik bilete o kadar para verdik; içkisinin de yemeğinin de anasını ağlatıcam mantığından mıdır nedir birçok defa tuvalete gitmek zorunda kaldım. Havaalanı iyi hoş da tuvalet yok kodumun yerinde. Taa ebesinin nikâhında en yakını. Neyse, gidiyorum geliyorum hep aynı çalışan sürekli tuvalette. Yaptığı iş de birisi tuvaletten çıkar çıkmaz tuvaleti baştan aşağıya temizleyip sıradakini içeri buyurmak. İşlek havaalanlarında, özellikle uluslararası uzun uçuş transferleriyle yoğun olanlarında, tuvaletler ahır şeklini alır. Ve bu genç adam birisi orada çıkar çıkmaz temizlik yapıyordu. Ben bizdeki gibi günün belirli bir bölümünde birkaç saat temizliyip çıkar sanıyordum ama 5-6 saatlik bir dilimde her gittiğimde orada görünce artık 4. seferde sordum: Nerelisin? Bangladeşliyim (Afrikalı olmayıp da simsiyah olan arkadaşlar var ya, onlardan). Kaç saat çalışıyorsun? Hergün 12 saat... ... ... Kendini kötü hissetmemesi için konuşma kararı aldığımda normal bir arkadaşımla konuşurmuş gibi görünüp davranacağıma kendime söz verdim, fakat ''hergün 12 saat'' dedikten sonra gözümün içine öyle bir baktı ki; gözlerinin içindeki o kırgınlığı, dışlanmışlığı ve şuan tarif edemediğim diğer duyguları iliklerime kadar hissettim. Uzun süre kendime gelemedim. Düşünsenize arkadaşlar, haftanın her günü, vaktinizin/gününüzün yarısında küçük bir odadasınız ve bu işi yapıyorsunuz. Uzun süre kendimi, çevreyi ve içinde bulunduğumuz toplumu sorguladım. Ve şu karara vardım: Adaletini, düzenini sikeyim dünya.
''Olm Avrupa'da Amerika'da falan taharet musluğu bile yokmuş, yiyim öyle medeniyeti kakara kikiri'' diyen liseli komedyenler şimdi diyeceğime üzülecekler. Araplar taharet musluğu olayını bambaşka bir seviyeye taşımış arkadaşlar. Adamlar tazyikli su atan küçük bir duş fıskiyesi koymuşlar. Yandaki tuvaletlerden gelen ses sanki yanda araba yıkanıyor gibi böyle, çok ilginç. Zaten Arapta sike sürülcek akıl olsa... Daha fazla tarif edemiycem bu fıskiye sistemini, aşağıdaki tablo kendisi için konuşacak:

Otobüsle terminalden uçağa geçerken heryerin inşaat olduğunu gördük. Ve güvenlikten, uçaktan, yolcudan, arabadan çok etrafta hep göçmen işçi vardı. Hepsinin yüzünde bir bitkinlik...
Bu arada, arkadaşlar Börgır King'in ambleminde Allah yok peygamber yok yazıyormuş. İşte kanıtı (Şaka bir yana bana gerçekten ilginç geldi ve hemen aklıma bu Kola vs. gibi markaların amblemlerindeki sikimsonik anlam çıkarmalar aklıma geldi):



Derken, sonunda Perşembe akşamüstü Milan havaalanına vardık (tam 1 hafta olmuş). Elisa'nın kuzenini gördüğümüzde bunca şeyden sonra tanıdık bir yüz görünce bayağı sevindik. İki buçuk saat de arabayla yolculuğumuzun ardından Brisbane'daki odamızdan ayrıldıktan 42 saat sonra eve geldik. Brisbane, Singapore, Abu Dhabi ve buranın hepsinin farklı saat dilimlerinde olması, uçuşlar falan derken saat kaç, hangi gündeyiz falan birkaç gün ayırt edemedim. Böyle jetlag olmaz olsun. İlk 1-2 gün ayakta dengemi dahi sağlayamıyordum. Belki de birden 35 derece sıcaklıktan 5 derece soğukluğa gelmekten dolayıydı. Soğuk kapıdan çıkınca böyle yüzümüze vurdu, cildimizi yaktı. Nerede Avustr...
Sizin de şimdi öğrendiğiniz gibi her şey o kadar çabuk olup bitti ki döneceğimizi İtalya'dan sadece Elisa'nın kuzeni Andrea, Türkiye'den de sadece Tamer biliyordu.
Eve geldiğimizde Elisa'nın ayrı ayrı kardeşlerinin ve annesinin uğradığı şok çarpıcıydı. Özellikle de babasının elinde poşetlerle dışarıdan gelip salonun merdivenlerini çıktığında bizi görünce öyle uzun bir süre donup kalması tarif edilemeyecek, sımsıcak duyguları barındırıyordu.
Ben de ancak Pazar günü Skype'ta haber verebildim bizimkilere. Skype'ta yıllarca neler gördük neler geçirdik ama Pazar günkü bambaşkaydı.


  • Sonuç
Bu yazıda başımızdan geçenler uçuşları saymazsak sadece 3 günde gerçekleşti. Yaklaşık bir buçuk ay neredeyse bu kadar şanssız ve sıkıntılıydı. Avustralya'ya 32 kiloluk bavulumdan da anlayacağınız gibi uzun vadeli gelmiştik. En az 1 yıl, sonra bakarız, diyorduk. Fakat aldığımız vizenin ne bok olduğunu anlayınca ve bu kadar acımasız bir sisteme karşı bu kadar yalnız ve şanssız kalınca, artık sabrımızın son damlası da tükenince dönmek zorunda kaldık.
Etrafımdaki arkadaşlarımı bayağı azalttığım -ya da mesafe koyduğum- için saçma sapan şeyler duymayacağım belki ama insan akrabalarını seçme lüksüne sahip değil. Buradan, geleceğimden benden çok endişeli olan ve vakit kaybettiğimi sanıp dertlenen güzel akrabalarıma ENDİŞELENMEYİN diyorum. Belki Elisa'nın saçları beyazladı -ya da ben yeni fark ettim, ya da zaten vardı da arttı-, benim de sakalımda bir beyaz tel çıktı ve bir buçuk ay bir buçuk yıl gibi geçti diye pişman olacak değilim. Edindiğimiz tecrübenin, hayatın kendisini en acımasız şekliyle tanımanın önemi ve değeri ölçülemeyecek şekilde büyük. Türkiye'de ya da İtalya'da ya da başka yerde bu denli zor duruma düşebileceğimi ve bu tip şeyleri öğrenme fırsatı bulabileceğimi sanmıyorum. 
Mühendis değilseniz, Avustralya'ya gidip buna benzer bir bir macera yaşamak istiyorsanız durmayın. Kendinizi ve sınırlarınızı test etmeniz için inanılmaz bir fırsat. Önce şu linke http://www.immi.gov.au/media/statistics/pdf/working-holiday-report-jun14.pdf de bakıp ikinci vizeyi alabilen ülkenin vatandaşlarının sadece %20'sinin kaldığını göz önünde bulundurun (sayfa 16).
Ayrıca Ankara'daki konsolosluğun 100 kişilik kotası olduğunu ve adeta mevsimlik işçilik yapmanız için bile götünüzden kan aldığını unutmayın. Sorularınız olursa da bana ulaşın.

Bu süre zarfında yapamadığım için üzüldüğüm şeyler: Sağdan direksiyonlu araba sürme deneyimini yaşayamamak, Brisbane'da bisiklet sürememek ve çiftlikte ATV sürerken 4 köpeğin etrafımda fır dönerek koşuşunu kaydedememek.

İlk yazıda da belirttiğim çiftlikteki ailenin kişilik bozukluklarından erken kurtulduğumuz için mutluyuz (Bkz: Eşli yavşağının yerinin yurdunun, bir arkadaşının, bir akrabasının olmaması; Beck'in ağzından çıkacak her şeyi yapmaya hazır olması - Beck'in kocası Craig'in beni 2 hafta boyunca Arap sanması ve uyuyabilmek için it gibi içmek zorunda olan bir sarhoş olup öz kızına (17) tecavüz eden adamın eski karısıyla hâlâ beraber olup ailenin kıza inanmaması, kızlardan birinin evlilik aşamasında olmasına rağmen ailelerin dini sebeplerden dolayı anlaşamaması/sürekli tartışması, diğer kızın evlatlık olmasından dolayı sürekli rahatsız olması ve trip durumu vs) fakat oradaki hayvanların kurtulma şekli yok. Atlara yarış zamanı doping yaptıklarını bir akşam yemeğinde itiraf etmişlerdi fakat son gün ilk defa arazinin uzak kısmında taş toplarken 15 kadar atın yanımıza gelip açlıktan ATV'yi yemeye çalıştıklarını görünce bir şeylerin ters gittiğini anladık.

Buraya kadar okuyup vakit ayırdıysanız sizden bir ricam olacak. 2 gündür Avustralya'da gerekli yerlere mail atıyorum ve kodumun çiftliğine bir müfettiş gönderilecek; fakat sizden istediğim bu pezevenklerin feysbuk sayfasını (https://www.facebook.com/pages/Boutique-Bantams/167828696573726) iki saniye üşenmeden şikayet etmeniz (çök spama) arkadaşlar.

İtalya'nın küçük, soğuk ve sisli kasabasından kucak dolusu sevgiler.
Serhat


Not: Türkçe'yi uzun süre kullanmayanlar iyi bilir, yazıyı yazarken cümle kurmakta ve kelimeleri hatırlamakta zorlandığım anlar oldu doğal olarak. Varsa kusrumuz, affola.

1 yorum:

  1. Gardaşım, buradaki yazılanların hepsine hakimim ama yine de okudum. Bilmediğim minik detaylar varmış. Yüreğine,kalemine sağlık.İbretlik tecrübeler. Gel yuvamıza da ;Behzo ile, PES ile , Neşet baba ile dolu sakin Kurtköy hayatımıza geri dönek...
    Tamer.

    YanıtlaSil