Bu Blogda Ara

17 Aralık 2014 Çarşamba

Avustralya 'Survivor' Macerası

Not: Bu yazı 2 hafta önce Feysbuk sayfamda yayınlanmış olup, blogun başlangıç noktası ve 2. yazıya giriş niteliğindedir.

Aşağıda yazanların hepsi gerçek hayattan alıntıdır ('Based on a true story'nin film üzerindeki etkisi gibi düşünün).

Buraya geleli yaklaşık 5 hafta oluyor. Bu süre zarfında en başından şu ana kadar başımdan geçenleri sıfır mübalağayla, olduğu gibi uzun süredir görüşemediğimiz için başta ailem olmak üzere eşi dostu haberdar etmek amacıyla bu satırları yazıyorum. İnternetin çok kötü olmasından dolayı, mobil siteleri bile açarken can çekişmesinden dolayı ne bir video ne de bir resim atamayacağım uzun bir süre; ama buradaki gözlemlerimi size resmetye çalışacağım 5 haftada olup biteni. Biraz uzun olabilir, kusura bakmayın. Çünkü bu aralar çok boş zamanım var.

  • Uçak ve Havaalanları

Öncelikle ölümcül Istanbul trafiğinden bizi kurtararak jet hızıyla havaalanına götüren ve kapıya kadar eşlik eden kardeşim Tamer'e bir kez daha teşekkürler.
Atatürk Havaalanı'nın yavaşlığını ve yetersizliğini bir yana bırakırsak, dünyadan haberi olmayan çalışanlara laf anlatmak ayrı bir dert. Kadın, pasaportunuzda vize yok sizi uçağa alamam, diyor; ben de diyorum ki, Avustralya pasaportta vize istemiyor, e-vize sistemini kullanıyor, iki ülkenin arasındaki anlaşma bu. Beni öyle milletin içinde yok yere bekletip müdüründen onayı alınca pasaportu geri verdi. İnsan bi 'kusura bakmayın, özür dilerim' der. Allah'ın Kezosu!

Bilet fiyatları uçuk olduğundan dolayı China Southern Airlines firmasından 2 aktarmalı bilet alma hatasında bulunduk. Herkesin hayatında bir kere denemesi gereken bir tecrübe. Emin olun birkaç milyar insandan, komple bir ırktan bıkacaksınız, iğreneceksiniz. Arkadaşlar, böyle bir koku olamaz! Türkiye'deki birkaç Çinli'den hiçbir ölümcül koku almıyorsunuzdur ama hepsi bir arada olunca hayata küsmek zorunda kalıyorsunuz. 24 saat... Böyle bir işkence olamaz! Çin işkencesinin modern şekli... Bir uçak düşünün. İçindeki insanlar, su, meyve suyu, yemeği, hatta havası kokuyor. Değişik bir koku. Kelimelerle tarif etmenin imkanı yok. 1 hafta iştahım kesildi; karnım ağrıdı.İlk vardığımız nokta Urumçi'ydi. Oradan Çin içerisinde bir uçuş daha yapacaktık ki uçak rötar yaptı, küçüldü, yabancı kalmadı. Koku daha da ağırlaştı. Adamlar sanki uçağa değil kamyona biniyor. Çantalarında kedi köpek eti mi vardı, tavuk horoz falan mı taşıyorlardı bilemiyorum. Havaalanında çalışanlarla anlaşmak el kol hareketleriyle ancak mümkündü. Ayakkabıyı çıkarıp taa çoraplarımızın altına kadar kontrol edildikten sonra geç uçağa atlayıp Avustralya'dan önceki son uçağımıza geçtik. Rötardan dolayı geç kaldığımız için diğer uçak sadece bizi bekliyordu. Bu yüzden özel araçlarla uçakların arasından gittik, özel pasaport kontrolünden falan geçtik, neyse ki burada Atatürk'teki Kezban yoktu. Neyse, kaşla göz arasında golf arabasının sürücüsü 10 Dolar'ı sıkıştırmış Elisa'ya. Evden uzaklık çekmeyelim diye bizimkileri aratmadılar sağ olsunlar. 

Uçağa geç gittiğimiz için bavullarımızı yetiştirememiş yer servisi. Sonraki uçuşla -ki bu uçuş 3 gün sonra- geleceğini umduk; can sıkıcı bir form doldurduk falan (Şu havaalanlarında bir kere de işim ters gitmesin! Amerika'da da aynı durum oldu. İspanya'dan dönerken havaalanı şirketi battı vs. Bizde niye yok diyor? Bize niye almıyorsun diyor). Bu yüzden Brisbane Havaalanı'nda boynumuz büküktü biraz. O güvenlik kontrolleriyle ünlü Avustralya polisleri herhalde ya 24 saatlik uçuştan, jetlagden ve o kokudan ne kadar etkilendiğimizi gördüler, ya da bavullarımızın olmamasının verdiği boyun büküklüğüne acıyıp onca sırt çantamıza vs. hiç bakmadılar bile ve elimizi kolumuzu sallaya sallaya Avustralya'ya girdik. Sonra şehre 20 dakikada giden trene (bildiğin banliyo treni) yaklaşık 50 Dolar'a iki bilet alıp gittik. Ne binerken ne de inerken bir turnike ya da güvenlik yoktu... (Bu üç noktanın nasıl bir acıyla dolu olduğunu anladığınızı umuyorum):

  • İlk Bir Hafta 

17 yaşında kendi başına Amerika'ya gitmiş, İspanya'da 2 hafta ev bulamamış birisi olarak söylüyorum: Hayatımın en zor haftasıydı. Çok net. Hemen anlatmaya çalışayım: İnternetteki puanlarına bakıp ilk 3 gün kalmalık bir yer ayarlamıştık. Aradık ettik bulduk; bir de ne görelim: Çin mülteci kampı! 2 katlı büyük bir ev düşünün. 2 koridoru ve 15 kapısı olduğunu düşünün. İçerisinde ranzalar ve 70 küsür insan barındığını düşünün (Bu tip yerler 'Backpackers/Sırtçantalılar' diye geçiyor ve burada çok yaygın). Ve bilin bakalım ne! Tamama yakın çoğunluk Çinli ve Vietnamlı vee... evet, doğru bildiniz, yine aynı koku! Bir de bonus olarak tuvalet, banyo ve mutfak ortak. Neyseki bizim oda sadece 2 kişilikti ama odada ranza, vantilatör ve üçlü prizden başka bir şey yoktu. Priz demişken, Türkiye'den ayrılmadan kol saatimin pilini değiştirtmeyi dahi akıl etmişken nasıl oldu da dünyanın diğer ucu Avustralya'da prizler aynı girişlidir diye mal gibi düşünmüştüm... Anasını satiyim, priz çeviriciyi bulmak da apayrı bi dertti. Istanbul'da olsa Kadıköy'e gider 'abicim sidi var, müzik var, film var, dizi var, program var' diyen elemanlara söyler 2 dakikada bulurdum. Neyse 3 günün sonunda ev bulamadık. Türkiye'deyken ayarladığım numaralar, yerler ya uzak çıktı ya sahte çıktı. O arada emlakçılara falan uğradık onlar da şehrin yarım saat uzağına götürüp haftalık 300 Dolar diyip 4 hafta da peşin depozito istedi. Emlakçılar her yerde emlakçı arkadaş (Sözüm meclisten dışarı Mehmet Abi). Gerçi sonra hemen hemen her yerde işin böyle yürüdüğünü fark ettik. O 4 hafta depozito bir anda insanı insandan buz gibi soğutuyor. 
Neyse o mülteci kampında 3 gün bitince, internetten başka bir yer buldum. 30 derece sıcakta kişi başı ortalama 30 kilo yükle 1 saat yürüdükten sonra internette boş oda gözüküyor olmasına rağmen boş yer olmadığını öğrendik. Sonra, sor soruştur yakın bir yer bulduk. Bu sefer ranzanın alt katı çift kişilik, kalanlar genelde Avustralyalı ve Alman, odada en azından komidin (bu nasıl bi kelime ya, komili yağ gibi) ve gardırop (bu da apayrı bi kelime. Fransızlar'dan falan çarptık heralde) vardı. Fakat burada da günlük 70 Dolar fiyat yetmiyormuş gibi günlük 5 dolar da internet fiyatı vardı. Oraya git buraya git, kaybol, günde 20-30 kilometre yürü et derken tam 1 hafta sonra güzel bir ev bulduk.

  • İlk Ev, Brisbane ve Halk
Odamız ve banyomuz ayrı, çok merkezi, haftalık 300 Dolar her şey dahil, 1 Venezuelalı ve 1 Kolombiyalı elemanla paylaşılan güzel bir evdi. Sonunda rahat bir nefes alabilmiştik. Elemanlar müziği sesli (ve çok basslı) dinlemeye bayılsa da, evi neredeyse her akşam Latin Amerika barlarına/restoranlarına çevirmeyi sevseler de evimizden gerçekten çok memnukduk. Yaklaşık 3 hafta paso iş aradık. Arada piyasada başvurulmadık iş bulamayınca şehri gezdik. Şimdi braiz şehri anlatayım; sonra iş konusuna detaylı gireceğim. 
Şehir adeta bisikletçiler ve koşucular için inşa edilmiş. Her yerde koşu ve bisiklet yolları mevcut. Heryerde park var ve parklar inanılmaz temiz, yemyeşil, nizami ve muazzam. Parklarda kuşlar (özellikle buraya has uzun gagalı ibis kuşu), adını bilmediğim ama kertenkelenin büyüğü olan hayvanlar cirit atıyor. Yerlerde bir tane çöp yok. Temizlik görevlisi de görmedim hiç hâlbuki... Bu arada konu parklardan açılmışken, böyle piknik masası gibi metal tezgâhlar var ve bu tezgâhlarda bir tuş var. Pazar günleri bu tuşa basınca tezgâhın üstü ısınıyor ve mangalınızı yapabiliyorsunuz. Belediyemiz çalışıyor yahu. Ücretsiz internet de cabası. Ayrıca yine bu parklarda çimlerde böyle 100-150 Lira verip alamayacağınız piknik/plaj sandalyeleri var. Kilitli/bağlı falan da değil. Millet kafasına göre güneşe doğru çeviriyor ve keyfine bakıyor. 
Hava hep sıcak, hep güneşli. Yarı tropik iklime sahip olduğu için her yer yemyeşil. Fakat yağmur yağdığı zaman da kovadan boşalırcasına yağıyor. Şimşekler ve gökgürültüleri buralarda daha ciddi ve ürkütücü.
Polisinden evsizine, kime yol yordam sorsanız inanılmaz bir güleryüzle ve çabayla size yardımcı olmaya çalışıyor. Bu arada evsiz demişken, Avustralya vatandaşı olup eğer evsizseniz devlet baba size haftalık 300 Dolar veriyormuş. Değişik hareket... Bir de işsizseniz, artı 200 Dolar. Daha da değişik hareket... Gerçi alınan maaşın neredeyse yarısı devlete gidiyormuş. Burada para kazanmak gözlemlediğim kadarıyla çok kolay fakat devlet sizden bunu bir şekilde çıkarıyor. Birazdan 'ama nasıl' olduğunu anlatacağım. 

  • İş Başvuruları ve Sistem
Bu kısım uzadıkça uzar. Olabildiğince kısa ve yalın tutmaya çalışacağım. E-mailimin iş başvurusu kısmında abartısız 150 küsür mail var (hadi 50 tanesi üyelik ve aktivasyon maili diyin). Brisbane'daki evde 3 hafta boyunca sadece iş başvurusunda bulunduk. Sadece internetten değil aynı zamanda CVlerimizi bastırıp merkezde girilmedik mağaza bırakmadık. Fakat gördük ki ya geri dönüş yapılmıyor ya da paso olumsuz dönüş yapılıyor. İtalyanca, İspanyolca, İngilizce bilen Elisa için de aynısı. Ya arabamız olmadığı için, ya kısa sürede alamayacağımız bilimum çeşit sertifikadan biri olmadığı için, ya ehliyetimiz olmadığı için, ya oturma iznimiz olmadığı için kafadan çoğu işten eleniyoruz zaten. Başvurduğumuz işler hep böyle sıradan, basit, en düşük ücretli işler olmasına rağmen önümüze sürekli bir engel çıkıyor. Kaldı ki başvuru yaparken vize numaranız ve türünüz isteniyor ve bence Working Holiday vizesini görenler zaten baştan eliyor bizi (Bu vizeyle bir işverenle en fazla 6 ay çalışabiliyorsunuz, ki vize sadece 1 yıllık). Fakat gelin görün ki bu işlerde buranın vatandaşı liseden dahi mezun olduğunu düşünmediğim gençler paşa paşa çalışıyor. Anladığım kadarıyla halka iletişim gerektiren işlerde sadece kendi vatandaşlarının çalışmasını istiyorlar. Çünkü bizim vize türümüze internette neredeyse sınırsız sayıda tarlada veya çiftlikte çalışma fırsatı var. Ki aynı vizenin ikincisini almak için 3 ay buralarda çalışmak zorunlu zaten (Bkz: http://www.immi.gov.au/media/statistics/pdf/working-holiday-report-jun14.pdf). Bunu biliyorduk ama başlangıçta normal bir işe gireriz herhalde canım, diyorduk. E durum böyle olunca ve haftalık 300 Dolar sadece kiraya verince herhangi bir işe girmek zorunlu hâle geldi. Avustraya'daki tam 10. günümüzde iş ararken Türk isimli bir kebapçı gördüm ve daldım içeri. Hemen gel başla, dedi. Bir işe bulana kadar yap be olm noolcak, diyip aynı gece başladım.

  • Kebapçı Macerası
24 saat çalışan bir kebapçı. Yeni açıldığını ve elemana ihtiyacı olduğunu sonradan öğrendim. Şehrin göbeğinde, inanılmaz kalabalık bir sokakta. Etrafı bar ve casino kaynıyor. İnternette başvurduğumuz işlerin saatlik en az 20 Dolar verdiğini söyleyip, saatlik 12 Dolar'a çalışıyorum diyince Avustralyalılar'ın uzaylı görmüş gibi bakakaldıklarını belirtip bu ağır işe bu parayla başladım. Başladığım gün Cadılar Bayramı gecesiydi ve böyle bir kalabalık ve yorgunluk daha önce hayatımda görmedim. Günde 12-13 saat çalıştım. Genelde geceleri çalıştım. Kadıköy Barlar Sokağı gibi düşünün. Zaten anlaması güç olan Avustralyalılar'ı bir de geceleri sarhoşken anlamaya çalıştım. Buralar hadi neyse. Kebapçı sadece kebapçı değil aynı zamanda piliç çevirme, pizza, baklava, gözleme satan bir yer. Patron Konyalı, Fatih adında bir adam. Ama daha çok Ahmet tipi vardı. Hep Ahmet diyesim geliyordu. Ve adam inanılmaz mutsuz, memnuniyetsiz bir adam. Sürekli daha hızlı olmanızı isteyen, sürekli dükkanda başınızda durup baskı yapan bir tip. Bir gün yaklaşık 40-50 kilo eti kendi başıma saatlerce ayakta şişlere taktığımı bilirim. O da bir şey mi, döner kesmekten tutun da gözleme yapmayı, piliç çevirme yapmayı, pizza yapmayı öğrendim. Yetmedi dünyanın bulaşığını yıkayıp yer, masa, sandalye sildim. Boyunuz yüksekliğinde, yerdeki yağdan ayakta duramadığınız, vıcık vıcık bir yer... Sabaha karşı eve dönünce o yorgunluğa rağmen üstüme sinen kokudan iğrenip hep duş almak zorunda kaldım. Döner yememeye yemin edicek duruma geldim. Çalışanlar 1-2 Türk dışında hep Hindistanlı. Adamların İngilizce'si de anlaşılmıyor arkadaş. Neyse, yine bir şeyler öğrenip hayatı ve kendimi test ederken tam bir haftanın sonunda işten kovuldum. 
Nasıl mı kovuldum? O gece mutfağa geldim, Avustralya'ya 3 yıl önce okumaya gelmiş, 3 yıldır kebap sektöründe, 1 yıldır da bu adamın yanında çalışan, Türkiye'de okumuş Azeri arkadaşa (sağ olsun çok samimi bir arkadaştı, çok yardımcı oldu) dedim ki Fatih burada mı? Yok, dedi. Ulan, dedim, bu adam bir kişiye 2-3 kişinin işini yaptırıyor; çok az ödüyor; paso söyleniyor. G20 geliyor, heryer kapalı olacak (3 günlük resmi tatil ilan edilmişti) biz çalışıcaz, bi zam isteyelim o günler için. Ya da geceleri çalışanlara biraz daha farklı ödesin, dedim. O da, haklısın abicim ama diğer çocuklarla (Hindularla) ağız birliği yapmamız lâzım yoksa olmaz. Ben de 2 haftaya çıkıcam zaten işten yeter artık, falan dedi. İyi lan, dedim, o zaman ben diğer çocuklara da söyliyim örgütlenelim... Sonra ön tarafa geçip döneri keserken, kapının arasından gözleri dönmüş bir şekilde Fatih patronu gördüm. Eliyle 'buraya gel' işareti gibi bir şeyler yapıp, sen şöyle bi gelsene, dedi. Tüm konuşmalarımızı alt kattaki mescitten çıkarken duymuş ve durup dinlemiş (Bu mescit ve gelip giden Türk kökenli vatandaşların profili ve mide bulandırıcı tavırları bambaşka, upuzun bir konu. Burada hiç girmeyeyim isterseniz). Arkadaşlar t-shirtü çıkartıp gidebilirsiniz, dedi. Siz bu Hindular'ı mı ayartıcaksınız aklınız sıra, ben onlara 10 Dolar versem de çalışırlar ooolm, dedi yavşağım. Bir 5 dakika falan ''ama biz Türk'üz, Müslüman'ız''dan girip ''şimdi diğer Türk (işyeri olan) arkadaşları da arayıp söyliyim ne yaptığınızı''dan çıkan balon bir konuşma yaptı.
İş arkadaşlarımın çalışma ve ücret şartlarını iyileştireyim derken işimizden olduk. İhtiyacım vardı ama kötü bir pozisyonda yakalanmıştık. Yüzüne aynı şeyleri sonra yine söyledim ama öyle arkasından konuşur gibi duyması bizi zor durumda bıraktı, hoş olmadı.

G20 demişken: Bir ülkenin başbakanı nasıl olur da memlekette yerin altında haftalardır onlarca işçi varken ve ulaşılamıyorken dünyanın bir ucuna gelip de 'iş ve iş olanaklarını geliştirme' hakkında toplantılara katılabilir?
İnanılmaz güvenlik önlemleri sebebiyle kaldıkları yeri ya da gidecekleri güzergâhı bulamadım. Fakat karşılaşsaydım ''MEMLEKETTE HER GÜN BÖCEK GİBİ EZİLEN, ÖLEN İŞÇİLER NE OLACAK?'' diye bağırıp korumaların ve kendisinin tepkisini görmeyi çok isterdim.
Bu arada -umarım haberiniz vardır- dün, o bölgede madencilikten başka iş kapısı olmayan Soma'da, katliamın gerçekleştiği aynı işletme 3 bine yakın işçiyi işten attı! Bu işçi kıyımlarının son bulması için madenler TKİ çatısı altında kamulaşmalıdır! Yoksa bu daha hiçbir şey...

  • Koala ve Kangurular
Elisa'nın ısrarları sonucunda koala ve kanguruların olduğu hayvanat bahçesi gibi bir yere gittik. Adamlar öyle bir piyasa kurmuş ki koalayla fotoğraf çekinmek 18 Dolar... Kayserili midir nedir? Şaka bir yana, koala değişik hayvan. Kanguru daha değişik bir hayvan. Kanguru vahşi ve şehirlere yakın yerlede bulunmadığı için okullar/öğrenciler ve yerli halk da kanguruları yakından incelemek için bu tip yerlere geliyorlar. Kanguruların birkaç türünün olduğunu öğrendim. İnsanlara alışmış olanları gayet sakin ve yavaşlar. Fakat biraz daha vahşi ve büyük olanlar inanılmaz güçlü ve hızlılar. Aynı yerde ve günde ilk defa yılana ve timsaha dokunma fırsatım oldu. Serhat'a göre yılan buz gibi, yağlı gibi, dokunduğun yeri hisseden ve hareket ettiren aslında o kadar da tehlikeli bir hayvan olmayan bir yaratık; timsah ise yine buz gibi ve kabuğu taş gibi olan meymeletsiz bir yaratık.

  • Pasifik Okyanusu
İş aramaktan yorgun düşüp, artık şehirden gitmek zorunda kalmadan önce şu yakın, meşhur yere gidelim artık, dedik: Gold Coast, nam-ı diğer Surfers' Paradise. Arkadaşlar sahil 36 KM, Atakum'un sahilinden bi farkı yok aslında, sadece kumu inanılmaz yumuşak ve tanecikleri küçücük. Her birkaç yüz meterede bir tam donanımlı sahil güvenlik var ve o sahil güvenliğin önünde iki bayrağın arasında yüzmeye güvenli bölge var. Ya köpek balığının bölgesi olmayan yerler bunlar, ya da millet dalgalardan boğulmasın diye böyle bir şey yapmışlar. Çünkü deniz (yani okyanus) gerçekten çok dalgalı ve kuvvetli çekime sahipti. Ayrıca BUZ gibiydi. Bir de dünyanın en çirkin, saçma sapan yaratığı denizanasını görünce dedim benim köyümün göletine götürün. Şaka bir yana okyanusta köpek balığı korkusuna rağmen yüzmek ilginç bir duyguydu. Yapın derim. Yerse.

  • Toplu Taşıma ve Trafik
Toplu taşıma inanılmaz pahalı. Gittiğiniz yol kadar kartınızdan (akbil gibi) düşüyor. Tıpkı Paris'teki metro sisteminde olduğu gibi inerken de kartı basıyorsunuz ve ne kadar gittiğiniz belli oluyor ve o kadar kesiliyor. Otobüsle kısa mesafe (10 dakika falan) 4 buçuk Dolar. Olur da inerken kartı basmazsanız en uzak mesafeyi kesiyor (bizim otoyollar gibi).  Tren duraklarının ise bazılarında turnike var bazılarında yok. Ücretsiz gidip gitmeme riski size kalmış. Çünkü trende bazen görevliler bir cihazla basıp basmadığınızı, yeterince para olup olmadığını öğrenmek için kontrol yapıyor (tıpkı Oslo'daki gibi) ve ceza yemek tamamen şansınıza kalmış. Toplu taşımanın güzel yanlarından biri hafta boyunca 9 defa kullanınca, Pazar gecesine kadar ücretsiz seyahat edebiliyorsunuz. Mesela okula ya da işe haftaiçi toplu taşımayla gidip geldiniz, haftasonu Gold Coast'a gitmek (yaklaşık 22 Dolar) ücretsiz hâle geliyor.
Toplu taşımanın bir güzel yanı ise dışarısı 40 derece cayır cayır yanıyorken otobüsler ve trenler buz gibi. Klimalar sonuna kadar açık. Hatta şunu da aktarayım: G20 hengâmesinde bir otobüs bizim apartmanın önünde yaklaşık 3 saat trafikte takıldı kaldı. Adam klimayı bir saniye kapatmadı (sesi duyabiliyorsunuz). Aklıma gelen hemen şu geldi:40 derece sıcakta, 35bin kişiyle Istanbul trafiğinde şoföre 'KAPTAN KLİMA' diyince 'CAMLARI AÇIN' mı dersiniz, aynadan dövecek gibi bakış mı istersiniz...
Bu arada, 1 ay boyunca şehrin göbeğinde sürekli iş aramaktan dolayı hep sokaklarda olmamıza rağmen, evin merkezde işlek bir yola bitişik olmasına rağmen sadece 5 defa korna duydum. 2si taksiciydi (Ya Hindu ya Türk).
Unutmadan, sürücüler kurallara harfiyen uyuyor. Eğitimin yanı sıra, bir de sadece 12 puanları varmış; ve bir kırmızı ışıkta geçme 3 puan götürüyor. Sonra ehliyete elveda... Bu arada arabalar ve benzin sudan ucuz desem yeridir. Bunu zaten herkes biliyor.

  • Çiftlik Macerası
http://www.immi.gov.au/media/statistics/pdf/working-holiday-report-jun14.pdf linkinde kısa bir göz gezdirmeyle grafiklerde görebileceğiniz gibi (hadi üşenmeyin, tam olarak sayfa 29) buraya bu programla gelenlerin tamamına yakın çoğunluğu meyve sebze toplama çoğunluluğunda tarım sektöründe çalışıyor, ya da hayvancılık. 
Artık 3 hafta olumsuz iş başvurusu dönüşleri okumaktan bıktıktan sonra bari 2. vizeleri de alalım diye çiftlik başvurularında bunlunmaya başladık. Ve burasının da bambaşka bir piyasa olduğunu anladık. Backpackers otelleri öyle bir tezgâh kurmuş ki 10 kişilik odaya 150-200 Dolar para istiyorlar ve genelde muz, mango toplama işleri buluyorlar. Aslında saatlik 18-20 Dolar da bırakıyormuş...
Bir de aile çiftlikleri var. Bunlar daha cazip. Fakat bunlar da bir de biz gol atalım diyip Çinliler ve Hindular'ın karın tokluğuna çalıştığını gördükleri için sadece kalacak yer ve yemeği karşılayıp para vermekten çekiniyorlar. Bu da giderin olmasa da bir gelirin olmadığı için bir tuhaf hissettiriyor.
Bu arada ''adam akıllı'' bir işe bulup girmek imkânsızken, bu işlere, bu tip kurumlar/insanlar sizi arıyor. Yaklaşık 1 haftalık arayış sonunda az kalsın böyle ücretsiz, trenle 14 saatlik bir yere sömürülmeye gidecekken bir akşam Rebecca adında biri aradı. At çiftlikleri varmış; çift arıyorlarmış. Kendi yeriniz olacak, yemek bizden, dedi. Ücretsiz galiba bu da, dedim. Yok, para da veriyoruz, dedi. Yapılacak işlerde ve tarihte de anlaşınca bundan yaklaşık 10 gün önce ayın 24'ünde Brisbane'dan 3 saat tren yolculuğuyla bir kasabaya geldik. Oradan bizi aldılar ve 1.5 saat de arabayla 'in the middle of nowhere' (kabaca Türkçe dağın başı diyebiliriz) tamlamasının çıkarıldığı yere geldik.
Elisa'yla benim kaldığım yer evin 100 metre ilerisinde konteynırın daha büyükçesi. Tır kasası kadar diyebilirim. 1 oda 1 salon ev gibi. İnternet çekmiyor, TV yok. Kitap okuyup kafa dinlemeye bire bir.
Yemekler büyük evde aileyle yeniyor. Arazi 225 dönüm. Çitlerle çevrilmiş bölmelerde beslenip gelişmesi gereken 35 tane at var. Evin etrafında takılan 40 kadar inek var. Arazide geri kalan atın, ineğin sayısı belli değil (Bu arada çift Körfez ülkelerinde de yıllarca çalışmış ve sadece Arap atı bakıyorlar). En azından bana öyle dediler. ATV olmasına rağmen daha gidip arazinin sınırlarını göremedik. Onun dışında 50 kadar koyun var (kuzu da olabilir. Hâlâ bunun ayrımını bilmiyorum lanet olsun). 3 domuz, 4 çoban köpeği, 10 yavru köpek, 2 ev kedisi ve onlarca çeşitten oluşan yüzlerce tavuk, kaz, ördek ve onlardan daha fazla civciv var.

İşimiz sabah 7'de hayvanların suyunu değiştirmek, yemini vermek (atlara 7-8 el arabası 2 çeşit saman), yumurtasını toplamak, kuluçka makinesindeki ördek yumurtalarını spreylemek, yavru köpeklere mama vermek, Pazartesi Çarşamba ve Cuma günleri civcivlerin kümeslerini temizlemek. Sabah bu işler 9:30-10 gibi bitiyor. Kahvaltımızı edip öğle sıcağında çalışamadığımız için keyfimize bakıyoruz. Sonra 3 gibi bu işlemleri yeniden yapıyoruz ve bu sefer köpekleri de besliyoruz. 6 gibi iş bitince biz duşumuzu alırken orta yaşlı ev sahipleri yemeği yapmış oluyor. 9 gibi yemeğin ve alkolün de etkisiyle herkes mayışıyor. 10 civarı da yapacak bir şey bulamamaktan ve yorgunluktan herkes -biz de dahil- uyumuş oluyor.
Bu işlerin dışında ekstra olarak yaptığımız şeyler: Saman yapılan arazinin sulama borularının yeri değiştirilebiliyor. Çim biçme arabasıyla çim biçiliyor. Çim sulama sisteminin yeri değiştiriliyor. ATV'yle istenmeyen bitikelere sprey sıkılıyor. Atlarına bakamayan insanların arazilerinde pick upla atlar kovalanıp toplanıyor ve kamyona koyulup getiriliyor. Çiftlikten canımı sıkan tek şey bir atın şaka kalkıp ayağını çitlere sıkıştırıp neredeyse kıracak olmasaydı. Hayvan iki büklüm olup baya acı çekmişti. Bir de bugün veterinerler gelip 4 Stallioan (Türkçe karşılığını bilmiyorum ama çocuk yapabilen erkek türü) atının bayıltılıp kısırlaştırılmasını izledim. İçim cız etti. Bu yeni gelen 4 vahşi at çok iyi kondisyonda olmadığı için ve çok agresif oldukları için bu işlemin yapılması gerektiğini söylediler.
Yanında kaldığımız ve çalıştığımız insanların tamamen yerli ve buralı olması işin yanında kültür olarak da çok şey katıyor. 47 yaşında, kendi deyimiyle 46 yıldır çiftliklerde çalışan, aile dışından biri olup da tek çalışan bir adam var; adı Ashley. Kafasındaki şapkası olsun, ağzındaki sigarası olsun, aksanı olsun, arabası olsun, centilmenliği olsun, kaliteli Western filmlerinde bulamayacağınız tam bir kovboy. Biramızı, şarabımızı eksik etmiyor sağ olsun.

  • Ne Düşünüyorum?
Çiftlikten başlayacak olursam gerçekten şanslı bir aileye düştük. Çok cana yakın, sabırlı, anlayışlı ve arkadaş canlısılar. O kadar iyi niyetli ve düşünceliler ki sanki dersiniz Türkiye'de 40 yıl evimde kalmışlar. O derece. Umarım altından bir şey çıkmaz (Artık Türkiye'de ne kadar hasta, beklenti içinde olan, karşılık manyağı insan ve akraba tanımışsam, insan böyle hissediyor maalesef). Sadece aile yapıları biraz bozuk.
Sabah erken kalkıyoruz, erken yatıyoruz, haftanın her günü aynı şeyleri yapıyoruz ama kendimize çok vaktimiz kalıyor. Ayrıca sessiz, sakin ve sağlıklı. Hele de özellikle son 1-2 yıldır bir dağ köyünde, insanlardan uzak, hayvanından başka derdi olmayan bir çoban olmayı kafaya takmış birisi olarak daha iyi bir tecrübe edinemezdim sanırım. İlk bir iki gün daha önce hayatımda yakından görmediğim hayvanlarla temasta bulunmak zor oldu tabii. Fakat bayağı alıştım; ve dahası birçok çeşit hayvanı gözlemleme, anlama ve yardım etme fırsatım oldu ve olacak. Bana kalırsa, doğada tamamen işe yarayacak şeyler. Parayla dahi öğrenilemeyecek şeyler.

Buraya gelirken uzun süreli planlar yapıp gelmiştik. En azından bu vizenin ikincisini almak gibi. Fakat Türkiye'nin de içinde bulunduğu ülkeler listesi için vizenin ikincisi olmadığını öğrendim (liste için bkz: http://www.immi.gov.au/media/statistics/pdf/working-holiday-report-jun14.pdf). Ayrıca buraya önce öğrencilik için gelmiş, sonra okulu bırakıp 3 yıldır kebapçıdan başka yerde iş bulamamış 2 arkadanştan dinlediğim kadarıyla oturma izni almak gerçekten zahmetli. Daha bu yaşta hayata ve hedeflerine küsmüş duruma gelmiş arkadaşlar. Sistem, burada vatandaşı olmayanı harcıyor. Ve vatandaşlığı almak 4-5 yıl rezalet işler yapıp 6000 Dolar civarı da başvuru için ödemekten geçiyor. Hayatımın en verimli döneminde bunu göze alabileceğimden emin değilim. Kaldı ki, Türkiye'de ne kadar mide bulandırıcı insan ve olay olsa da bu kadar uzak kalabileceğimi düşünmüyorum.

Avustralya inanılmaz hayat dersleriyle geçiyor. Gerçekten çok zor günler geçirdik ama geldiğime zerre kadar pişman değilim. Tek pişman olduğum şey Brisbane'da bisiklet sürememek.

Fakat şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Telefonun çekmemesi, internetin çok kötü olması (kısaca aile ve arkadaşlarla görüşememe), haftanın her günü çalışmak ve uzun süreli asosyal kalmak buradan (çiftlikten) belki de 3 aydan önce ayrılmamıza neden olabilir. Zamanla göreceğiz. Sonrası için henüz elle tutulur bir planımız yok. Göreceğiz...

Daha anlatmak istediğim birçok şey vardı (buraya yazmak isteyip atladığım, unuttuğum noktalar da vardır mutlaka) ama uzadıkça uzuyor; kabaca önemli noktalar bu kadar hacılar.

Kendinize çok iyi bakın.
Avustralya'nın güneşli ve sevimli bir çiftliğinden kucak dolusu sevgiler.



Serhat

1 yorum:

  1. Tek dileğim bundan bir ders çıkarıp,SCC ve TAMMY gibi hayatımın olması :D

    Jamirryoo07

    YanıtlaSil